Thursday, July 5, 2012

5. Günümüz ve Financial District & Brooklyn

Brooklyn Bridge
5. Gün ve Financial District ve Brooklyn.
New York'un bizi bir çuvala koyup sallaya sallaya duvardan duvara vurduğu gün. Baştan söyliyeyim, biz kaşındık.  İstikametimiz Özgürlük Abidesi. İlk durağımız adını filmlerden oradan buradan duyduğumuz Applebee's restoranı. Muhteşem bir kahvaltı ediyoruz, üç koca pancake yanında çilek, yaban mersini ve akçağaci şurubu ile servis ediliyor. Scrambled egg, Bagel ve peynirimizi de ihmal etmiyoruz, yanında kahve ve çayı hediye ediyorlar. Günün ilerleyen saatlerinde 'iyi ki o kadar yemişiz' diyeceğimiz bir gün olacak.  Şimdilik haberimiz yok. Doyurucu New York kahvaltımızın ardından yola çıkıyoruz. Normalde metroya veya otobüse binmek gibi bir niyetim yok, arkadaslarım binmemem konusunda uyarıyor gelmeden. Çok pis, kokuyor ve havasız diyorlar. Fakat yol uzak ve trafik malum, resepsiyona soruyoruz ve en hızlı bu yolla gideceğimizi söylüyorlar. Otelin önünden kırmızı hatta bineceğiz ve son durakta ineceğiz, çok basit.  Son durakta bir güruh halinde metrodan iniyoruz ve turist hümhümesi halinde yürüyoruz, direk feribot iskelesine çıkarıyor merdivenler bizi. Kocaman 'Staten Island' yazıyor. Resim çektiyoruz önünde, feribotun ücretsiz olduğunu daha önce internette okumuştum. Herşey süper simdilik. Taa ki feribota binene kadar. Hava püfür püfür, manzara şahane. Abidenin önünden geciyoruz, resimler çekiyoruz şakır şukur. Sonra bir bakıyoruz feribot abidenin önünden geçip gidiyor. Ha döndü ha dönecek, başka yere uğrayıp dönecek derken bir bakıyoruz bir anons 'Welcome to Staten Island'. Yerlileri hemen iniyor feribottan, turistler oturuyor. Tamam diyorum içimden bunlar biliyor da o yüzden bekliyor. Görevli yaklaşıyor yanımıza ve bağırıyor, 'All ashore'. Eyvah diyorum o an, yanlış yere geldik, başka feribot ne yapariz derken tüm turistlerin aynı durumda olduğunu görüyorum. ' ohh i'm so stupid' diyenler, 'damn' diye bağıranlar... Hepimiz tıpış tıpış iniyoruz feribottan, yan kapıya geçip aynı feribota tekrar biniyoruz. Yarim saat daha yol tepiyoruz, ve bindigimiz yere geri dönüyoruz. İner inmez Abide oklarini takip ediyoruz, Battery Park içinde güneşin altında 10 dakika yürüdükten sonra, uzun bir kuyruk görüyoruz, o da bot turuymus. Yine tutturamadik. Bir kale insaa etmişler, kalenin içini işaret ediyorlar bilet almak icin. Kalenin içine girebilmek için etrafini turlatıyorlar, sinir kat sayim cikiyor. Bu kadar zor olmamali bir feribot bileti almak. Kaleye girdiğimizde bizi güneşin altında bilet almak için bekleyen yüzlerce insan karşılıyor. 'Yeter' diyorum 'benden bu kadar' ve çıkıyorum. Abideyi dibine gidip görmek umrumda bile değil. Bu keyifli bir seyahat olmali, ızdıraplı değil.  Kafamı kaldırıyorum, Starbucks. Okyanusun ortasında kara görmüş gibi seviniyorum. Kurtarıcımız. Iced lattelerimizi alıp Finans Bölgesi'ne doğru yürümeye başlıyoruz. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra karşımızda tüm heybeti ile New York Borsası duruyor. Annem 'Borsanin icine girmeden gelmeyin' diyordu fakat ne yazikki 9/11'den sonra borsa ziyaretcilere kapatılmış. Devam ediyoruz, meşhur Wall Street. Yanımda ekonomist bir adamla gezmek ayrı bir güzel, bütün şirketleri tanıtıyor, anlatıyor, iflas edenleri, batanları, çıkanları. Yürümeye devam ediyoruz. 9 Eylül faciasında yerle bir olan Dünya Ticaret Merkezi binalarının anısına inşaa edilen parkı, havuzları göreceğiz. Okları takip ederek yürüyoruz yarım saat daha, sonunda varıyoruz. Bakıyoruz herkes bir kağıt göstererek içeri girebiliyor, bize 2 blok ötedeki müzeyi işaret ediyorlar. Önce müzeye gir, bilet al gel.Bugün şansımız yürümekten yana açık. Müzeyi buluyoruz, eğer 15 dolar verip müzeyi gezersen 'ground zero' ya girebilmen için bedava pass veriyorlar. Bu da şu demek... Biz bu kadar insanın acı çektigi bir yere para isteyemiyoruz ama müze adı altında parayı ödeyin biz de sizi gezdirelim. Neyse itiraz yok. Tarihe tanık olacağız, kapıda hemen soruyorlar, itfaiyeci veya polis misiniz diye, psikolojik destek, rehberli tur mevcut, iphone veya ipad'e app yüklerseniz size ölen yakınınızın ismini nerede bulacağınızı da gösteriyor. Giriyoruz iceri. Önce Dünya Ticaret merkezinin eski videolari karşılıyor bizi, sonra 11 Eylül resimleri. Ve sonra... Yanmış ayakkabılar, eğilip bükülmüş demir parçaları..İnsanların kendi seslerinden telsiz kayıtlarını bir tuşa basıp dinleyebiliyorsunuz, duvarlarda insanların sevdiklerine yazdığı son sevgi mesajları. Korkunç bir trajedi yaşanan. New York'ta günlerdir güle oynaya gezerken birden bu gerçek tokat gibi çarpıyor yüzümüze. İstersen anı deftelerine yazı yazıp resimler çizebiliyorsunuz. 3 katlı müze bittikten sonra sıra geliyor Ground Zero'ya. Yeni inşaatların çalışmaları tam gaz devam ediyor. Yeni ticaret merkezini dikiyorlar, eskisinden daha modern ve daha heybetli. Ground Zero'ya gidebilmek için tam 1 saat ayakta bekletiyorlar ve 34 derece sıcakta. Önce uzun turnikelerden geçiriyorlar döne döne. Ardından güvenlik ve çanta kontrolü, ardından 4 farklı güvenlik biletinizi kontrol ediyor, biri işaret koyuyor, diğeri bakıyor. Güvenlik hat safhada, olan olmuş artık bu neyin katılığı demeden geçemiyorum. 1 saat sonra ancak parkın içine girebiliyoruz. Binalarin olduğu yerlere havuzlar yapmışlar. Önce bir şelale misali büyükçe bir havuza akıyor sular, oradan da daha küçük bir havuza ve dibe doğru.. Sonsuzluğa uğurlanan 3000 kişinin anısına... Tokat gibi çarpan gerçekle beraber biz de saati öğlen 3 yaptığımızın farkındayız, yemek vakti oley. Sırada ne var? Brooklyn köprüsü yürüyerek geçilecek ve köprünün ayağında ki Grimaldi's Pizza'da yemek yenecek. Bu dediğimiz pizzacıya ulaşmamız tam 3 saat alıyor. Yakın gibi gözüken köprünün yürüyüş parkuruna çıkmak için başka bir mahalleye gidiyoruz önce. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nü Aşiyan'dan görüp Etiler'e yürümek bizimkisi. Taksiye binelim mi diye sorduğumuz herkes anlaşmış gibi 'aaaa yok ne taksisi, şurası hemen yürüyün' diyor. Sen onu bir de benim ayaklarıma sor. Ayaklarımızda derman kalmamış halde köprü geçeceğiz daha. Tırmanıyoruz ve başlıyoruz yürümeye, tam 1 saat sürüyor karşıya geçmek. Saat 5 oldu, açız, suyumuz bitti, güneşte yürüyoruz. 'Niye pizzacı diye tutturdun?' demeyin, etrafta baska hiç bir yemek yeri yok, işin kötüsü köprüden çıkış yolu da yok. Foursquare'den bakıyoruz, pizzacı 80 metre uzakta gözüküyor, kötü haber, 80 metre altımızdaymış meğer. Köprüden çıkmak için bir tünele giriyorsunuz ve tünel çıkışı bir parkın içinde buluyorsunuz kendinizi. Haydi şimdi tekrar nehir kıyısını bulmaya uğraş. O esnada yanımızdan geçen birini durduruyorum, entel bir Brooklyn'li olduğu her halinden belli. Pizzacıyı soruyoruz, 'bu yolun sonunda, zaten önündeki sırayı görünce anlarsınız, bol şans' diyor. Hâlâ umudumu yitirmiyorum. Taa ki kuyruğu görene kadar. Sayıyorum tam 17 masa var önümüzde. Bir an önüme çıkan ilk taksiye atlayıp otele döneyim diyorum. Allahtan kapıda soğuk su ikram ediyorlar da biraz dayanma gücü buluyorum. İşkence mi New York mu anlamadım. 45 dakika sonra sıra geliyor, oturuyoruz veee pizza... Taş ocakları var diye bütün bu vesvese. Pizzanın servis edilmesinin de 45 dakika sürdüğünü varsayarsak... İşte öyle bir şey... Bugün soğudum New York'tan, çok yordu beni. Ayaklarım yara oldu, kolum zedelendi.. Yemeğin dönüşünü yine metroyla yapıyoruz. 'Çok uzaktasınız, 2 saat sürer bu iş trafiğinde' diyorlar, metro ise 30 dakika. Oradan bindiğimiz metro da otelimizin 5 blok ötesinde indiriyor ama en azından karnımız tok. O aksam kendimi banyoya atıp, suyun içine gömülüyorum. Gece tek çıktığım yer eczane oluyor, 24 saat açık eczaneden koluma bengay ve sargı bezi, yorgunluk giderici çorap 'magical sock' ve vitaminler alıyorum. Otelime dönüyorum. Simdilik imla hatalarini affedin, kontrol yapamadan yayımlıyorum... Türkiye'ye dönünce bu yazılara resimler de ekleyeceğim :) Sevgiler :)

No comments:

Post a Comment