Monday, November 19, 2012

Mimar Sinan'ın Edirnesi ..

Selimiye Camii
Bir sınır şehri. Osmanlı Devleti'nin Bursa'dan sonra ikinci başkenti. Mimar Sinan'ın açık hava müzesi. Hemde İstanbul'a 2.5 saat uzaklıkta. Herşeyden önemlisi ne zamandır vakit ayarlayıp gitmek istediğim bir destinasyon. Kendimize güzel bir pazar günü çalıyoruz ve saat 9 civarı Edirne'ye doğru yola çıkıyoruz. Yolu bulmak için çaba sarfetmemize gerek bile yok zira evimizin önünde 2 tane trafik tabelası var zaten FSM Köprüsü ve Edirne :) 
Yol da giderken bir yandan da Ipad'den Edirne'nin görülecek yerlerini ve tarihini okuyorum. Bu arada Tweet atmayı ihmal etmiyorum 'Edirne'ye doğru yola çıktık, tavsiyeler alınır' diye. Çeşitli ciğerci isimleri, camii ve müze tavsiyeleri gele dursun, bir yandan da not ediyorum okuduklarımı. Buarada çok sevdiğim bir öğrencim de tweet atıyor 'hocam bende günübirlik Edirne'deyim' diye. Meğer fotoğrafçılık kurslarının da uğrak yeriymiş burası. 
TEM'e çıkmamızla dümdüz devam ediyor ve kendimizi Edirne'de buluyoruz tam 2.5 saatte. 
İlk istikametimiz Selimiye Camii. Ne demişti Mimar Sinan?
  Çıraklığımı İstanbul'daki Şehzade Camii'nde yaptım. Kalfalığımı da Süleymaniye Camii'nde tamamladım. Fakat bütün gücümü bu Sultan Selim Han Camii'nde sarf edip ustalığımı ayân ve beyân ettim. (Mimar Sinan)
80 yaşında tamamladığı şaheserini zevkle izleyip gözümüzü doyurduktan sonra, aşağı doğru ilerliyoruz, sağımız solumuz açık hava müzesi adeta. Hanlar, hamamlar, kervansaraylar geçip şehrin çarşısına giriyoruz, Bedesteni ve kapalı çarşıyı ziyaret ettikten sonra Selimiye'yi arka fona aldığımız salaş bir kafe'de çayımızı yudumluyoruz. Oradan arabamıza atlayıp II. Beyazıd Külliye'sini ve Külliye'nin bahçesindeki ilk Darüşşifa ve Tıp Medresesi olan 'Sağlık müzesi' adı verilmiş ödüllü müzeyi geziyoruz.
Osmanlı'da kullanılan iyileştirme metodları, hekimler, hekimlerin kullandıkları araç-gereçler, hasta odaları mumya mankenler ile aynen canlandırılmış. Bu medresedeki hekimler bir yandan öğrencilerini yetiştirirken bir yandan da hastaları tedavi etmişler. Psikolojik rahatsızlıkları olan hastalar için Musiki yöntemi ile terapi de ilk kez burada kullanılmış. 
Edirne Meriç Nehri
Müze gezimizin ardından hepimizde bir sevinç, çünkü acıktık ve işin en keyifli kısmına geldik. 
Sınır'a yaklaşıyoruz, Karaağaç mevkii, Meriç Nehri kıyısında şahane restoran ve kafelere ev sahipliği yapıyor. Öyle güzel bir pazar kurulmuş ki haftalık taptaze sebze alışverişimizi de yaptıktan sonra gözümüze kestirdiğimiz bir restoran'a oturuyoruz. Ciğer ve köfte meşhur tabiki menüye gerek bile yok. 
Gözümüzden sonra midemizde bayram ettikten sonra sıra geldi daha da keyifli olan kısmına. Nehir kıyısında türk kahvesi ve Çarşı'nın içinde Keçecizade'den aldığımız badem ezmeleri..
Ağızlar kulaklarda mı? Evet. 
Yemek çıkışı eski sarayı aramaya koyuluyoruz. Şehirde yaşadığımız en büyük sıkıntı tabelaların olmaması, devamlı durup adres sormak zorunda kalıyorsunuz ve patika yollar çoğunlukta. Her an sınıra geldik geleceğiz diye bir korku ile Kırkpınar'a varıyoruz. Karşımızda heybetli bir stadyum, üzerinde Er Meydanı yazıyor. Sırayla önce Kanuni ve sonra Fatih Köprülerini geçtikten sonra Tuna nehri kıyısındaki Eski Sarayın kalıntılarına ulaşıyoruz. Saray-ı Cedid-i Amire'yi 1300lerde I. Murat yaptırtmış, 1400'lerde Fatih Sultan Mehmet devam ettirmiş. O zamanlarda bahçeler, avlular ve havuzlar ile süslü çok güzel bir saraymış. gel gör ki 1800'lerde Rusların eline geçmesin diye havaya uçurulan cephanelikle birlikte saray da yıkıntılar içinde kalmış.
İşte bu mentalite yüzünden biz 1400lerde yapılmış Floransa'daki Pitti sarayını yada Fransa'daki Versailles sarayını tüm heybetiyle oda oda gezerken, Osmanlı'nın ilk sarayının da yıkıntılarını geziyoruz.
Ne acı değil mi? İşte hala günümüzde değişmemiş olan bu mentalite yüzünden Roma'da Colesseo'yu gezebiliyorken, Rüstempaşa'nın Mimar Sinan'a yaptırdığı 102 odalı kervansarayını bir otel işletmecisinin vicdanına bırakıp, suratsız bir resepsiyoncuyu da kapıya oturtup hava atacağımız yerde tarihimizi saklıyoruz. 
İşte böyle kah buruk ama genel olarak mutlu anılarla Edirne'den ayrıldığımızda saat 16.00'yı gösteriyor.  Aynen evimizin önünde Edirne tabelasını bulduğumuz gibi burada da İstanbul okuna doğru sapıyoruz. 
Tabiki dönüş o kadar rahat olmuyor malum İstanbul trafiği. TEM'deki trafik neredeyse Silivri'ye uzanıyor. Büyükçekmece, Avcılar, Mecidiyeköy trafiği orası burası derken evi bulmamız 1 saati buluyor. 
Elimizde koca bir torba badem ezmelerimiz, şahane Edirne resimlerimizle mutlu bir günü bitirip, geceyi üzerimize örtüyoruz. 
İkincil istikametimiz, bir diğer merak ettiğim şehir olan Konya. Belki onu da bu hafta ayarlayabiliriz.

Sevgiler..
irem :) 

1 comment:

  1. Edirne'yi ben d çok keyif alarak gezdim. Çok güzel yazmışsın sende. Eline sağlık. Gerçektende bir açık hava müzesi.





    ReplyDelete