Friday, May 22, 2015

Çünkü İstanbul'un en güzel zamanıydı mayıs...

Aylardan mayıs İstanbul'da... 
İstanbul'un en sevdiğim zamanını sorsanız hiç şüphesiz, kuşkusuz, duraksamadan 'Nisan ve Mayıs' derim. Hani şu doğanın uyandığı, yerin altından yeşillerin fışkırdığı, erguvanların, mor salkımların birbirleriyle dans ettiği, lalelerin açtığı, denizin mavisinin bile güzelleştiği aylar.
Sadece doğa değil insan da uyanıyor karanlık uykularından. Rehavet çökmüş kış karanlığından, erkenden kararan havanın can sıkıcılığından kurtuluyor.
Hele ki 'bahar temizliği' diye bir şey var kültürümüzde işte ona bayılıyorum.
Kar kaplı uykularımız bitip te karlar kürendiğinde bize kalanın tozunu alma, kirini pasını atma...
Özellikle Doğu illerimizde uzun süre kalkmayan kar sonunda eridiğinde alttan küçük kurtlar, solucanlar çıkarmış. Kar kurtlanırmış yani. 'Kar yağdı, mikropları kırdı' zihniyetinin aksine temizlik elzemmiş. Ben de kendimce girişirim bir işlere, vakit yettiği sürece.
Vakit kışın unutulanları hatırlama vakti, listeler yapma vakti, kendini usulca uyandırdığın o uyku halinden arındırma vakti. Yeni hayatlara karışma, var olanı cilalama vakti.
Doğanın uyanmasıyla birden coşkulanan bünyeyi oyalama, eğleme vakti...
Hantal giysilerden kurtulma, hantal insanlardan uzaklaşma vakti.
Yeni öyküler yazma, yeni hikayeler anlatma vakti.
Özellikle İstanbul'da festivallerin bollaştığı zaman bu aylar, konserler, çimene yayılmalar, şarkılı türkülü, sazlı sözlü haller, diploma törenleri, yeni hayata atılanların coşkusu, çocuklar için aktiviteler, sahil kenarlarından taşan coşkunluk...
En sevdiğim manzaralar arasındadır Bebek sahilinde denize giren köpekler, hem de onlarcası. Buz gibi suyun tadını çıkaran dostlarımız... Soğuğun ve kışın verdiği ve aylarca süren sığınma ihtiyacının sonunda neşeyle denize giren köpekleri uzun uzun izliyorum günlerdir.
Sahi, unuttum söylemeyi... Bahar ayını bağdaştırdığım bir tek semt var çocukluğumdan beri, o da Bebek. Yıllarca her mutluluğumda, üzüntümde, depresyonumda, özel günümde sığındığım bir semt. Son haftalarda da her sabah hiç üşenmeden sahile iniyor ve orada uyanıyorum. Kışın pasını, kirini orada suya bırakıyorum. Bazen sadece bir martının süzülüşünü takip ediyorum, bazen sadece bir arkadaşımla sohbet ediyorum, bazen sadece yazı yazıyorum, bazen sadece kitap okuyorum.
Bazen sadece yalnızlığı dinliyorum. Kar kürendikten sonra altından çıkan kurtları orada suya bırakıp günlük rutinime kaldığım yerden devam ediyorum.
Bir tek üzücü yanı var baharın, o da kısacık sürmesi. Mor salkımların çabuk sünmesi, Japon kirazlarının çabuk solması. Sonrasında gelen nem hali insanı Ege'ye Akdeniz'e kaçırsa da arada şehrimin bana bahşettiği o iki ayı doya doya değerlendirmeye çalışıyorum. Bol bol yürüyüş yapıyorum, bol bol selamlıyorum doğayı...
Ve bol bol yazıyorum...
Umarım sizler de bir yerlerde, bir zaman diliminde, bir yeşilin üzerinde, bir mavinin kenarında baharın keyfini çıkarıyorsunuzdur...
Sevgi, selam ve dostlukla...
İrem

iremuzunhasanoglu@gmail.com

Friday, May 8, 2015

İki yakasını da sevdiğim ....

Cunda Taş Kahve 
Ege Bölgesi'yle bitmemiş bir davam var. Gidiyorum, geziyorum, yazıyorum, çiziyorum yine de bitmiyor hesaplaşmamız.
Çocukluğumdan beri yaza yaza bitiremedim. 'Bir daha gitmem' dedim, yine gittim. Tatillerimizi iki üç sene Akdeniz'de geçirdik, muhteşem denizlere girdik, olmadı yine döndüm dolaştım Ege'ye çakıldım. 
Çocukken orada geçirdiğim yazlar, sömestre tatilini geçirmek için gittiğim anneannemin evinde geçen kışlar, Kaz Dağlarının doruklarında kar manzarası seyrederken deniz kıyısında ılıman ılıman oturduğun baharlar... Bütün mevsimlerini yaşadım. 
Zamanla büyüyüp keşfettiğim hikayeler oldu sonra. Anneannemin Midilli'den ve Selanik'ten göç eden ailesinin hikayeleri, onlardan kalan yıkık dökük tarihi evler ve en sevdiğim keşif olan anneannemin sandığı. İçine girip saatlerce eşelenip, sonra da örtüsünü düzgün yerleştiremedim diye işittiğim azarlar. 
Genç yaşlarımda gece anneannemin terasına çıkıp sabaha kadar oturur hatta bir battaniyeye sarılır dışarıda yatardım, yıldızlar üzerime düşecek gibi olurdu, saatlerce seyrederdim. 
Açık havalarda Midilli'nin ışıklarını seyrederdim, karşı kıyıya yüzme hayalleri kurardım. 
Sonra büyüdüm...
Anneannem eşini kaybetti, İstanbul'a taşındı.
Teras unutuldu, sandık unutuldu, yıldızlar unutuldu, adaya karşı kurulan hayaller unutuldu. 
Eşimin işleri sebebiyle biz hep gidip gelmeye devam ettik, ama çoğu zaman otelde, çoğu zaman onların evinde kaldık. 

Anneannemin evi unutulmuştu taa ki geçen hafta tekrar hatırlayana kadar. Bu kez çocukla seyahat edeceğimiz için 'haydi o evde kalalım rahat olur' dedik. Tüm anılarım canlanıp dile geldi. Evin kapılarının bile bir kokusu vardı, kafamda tüm anıları teker teker geri çağırdım. İnsanlar mekanları terk etse bile anılar orada, gökte yada bir yerlerde asılı kalıyor diye düşündüm. 
Proust'un çay fincanından fırlayan Combray gibi, Harper Lee'nin Maycomb'u gibi tüm anılar yağdı üzerime... 
ilk gece terasa çıktım eski günlerdeki gibi... Orası benim unutma bahçemdi, hesaplaşmalarımdı...
Yıllar sonra tekrar hatırladım bir çok unutulan şeyi.

Üstelik şimdi bir de romanım vardı. Buraya ait güzel insanları yazdığım. Mübadillerin Edremit'e, Akçay'a, Burhaniye'ye göçlerini anlatan bir roman. Edremit'e indim, oradaki Etnografya Müzesini gezdim, Kuvay-i Milliye'nin izlerini takip ettim, resimleri tek tek inceledim. 
Akşam oldu, Midilli ışıklarını yaktı. Onlara selamlarımı yolladım. 
Cunda'ya, Ayvalık'a,  Kızılkeçili'ye, Tahtakuşlar'a ve Kaz Dağı'nın eteklerindeki HasanBoğulduğu'ya gittim. 
Ben küçücükken derenin içine koydukları karpuzları oturup saatlerce izlediğim o dere kenarına tekrar gittim. Sabahattin Ali'nin Hasanımın nasıl boğulduğunu anlattığı o ünlü Hasan Boğuldu hikayesini düşündüm. 
Kaz Dağlarının tertemiz havasını içime çektim. 
Zeytinliklerin yanından geçerken kendi romanımı düşündüm. Zeytin ağacının altında gölgelenmeyi seven bir karakterimi görür gibi oldum. 
Herşey güzeldi, hepsi güzeldi... 
Ve bir kez daha anladım, romanını bile yazmış olsam Ege'yle hesaplaşmam bitmemişti.
Onun her iki yakasına da aşıktım... 


Sevgi, selam ve dostlukla... 

İrem 




Thursday, April 2, 2015

Shakespeare and Co

'Shakespeare and Company' dediniz mi benim için akan sular durur.
Yıllarca kalbimin en derininde saklayıp sevdiğim bir dost gibi o... Bir sığınak adeta... 
Kitap kurtları bilir, Edebiyat meraklıları bilir.
Seneler önce keşfettiğim cânım kitapçı... Paris'teki Shakespeare and Company'den bahsediyorum. 
Sylvia Beach'in kitapçıyı işlettiği dönemlerde şu an romanları önünde bile diz çöktüğümüz yazarların yatıp, kalkıp, yazı yazdıkları yer. 
Paris'in altın yıllarına gidelim... 1920'ler, 30lar...  Bohem hayat ve entellektüellerin arasına karışalım... Kendilerine 'Lost Generation' (Yitik Kuşak) dediğimiz büyük yazarlar Paris'in sosyal hayatının dibine vurup, diğer yandan da en güzel eserlerini yayımlıyorlar. Ernest Hemingway, Ezra Pound, James Joyce, F. Scott Fitzgerald, Gertrude Stein, Madox Ford ve diğerleri...
Grubun başını çeken Ernest Hemingway'in yolu bir gün bu kitapçıya düşüyor. Sylvia Beach'in dostluğundan ve kitapçıdan çok etkilenen Hemingway daha sık gidip gelmeye başlıyor. (Moveable Feast kitabında bu kitapçıdan ve Sylvia'dan da bahsediyor). Ardından James Joyce ve tüm diğerleri için bir toplanma ve buluşma yeri oluyor adeta burası. Paris'in altın çağları dedik ama tabii yazarların bir çoğunun parasızlıktan yakındığını da unutmayalım. İşte yüce gönüllü Sylvia Beach üst kata yatak, daktilo, ve koltuk koyarak hem parasız yazarların o çatı altına sığınmasını sağlıyor hem de onlara yazı yazacakları bir yer sağlıyor. 
Sadece bununla kalmıyor ve dünya edebiyatının yazılmış en baba romanlarından biri olan Ulysees ise Amerika'da ve Birleşik Krallık'ta basılmadığı ve hatta yasaklı olduğu için ilk basımı Shakespeare and Company baskısıyla yayımlanıyor. 
Kitapçının ünü devam ediyor ve daha sonra 'beat generation' ın da uğrak yeri oluyor. Allen Ginsberg demem yeterli sanırım. 1940'ta kapatılması emredilen ve savaş sonrası yıllarda (1951'de) George Whitman tarafından tekrar açılan kitapçıyı şu an Whitman'ın 'Sylvia Beach' ismini verdiği kızı işletmeye devam ediyor. 
Günümüzde ise halen eskisi gibi korunan yatak ve yazı yazma yerlerini bir müze gezer gibi geziyorsunuz. Zamanında o büyük üstadların yatıp kalktığı kitapçıda zamanla bütünleşip, tek bir kalpte atıyorsunuz. 
İşte bu kendi küçük ama tarihteki yeri büyük bu kitapçıya her gelişimde ayrı bir huzur alıyor, ayrı bir keyif duyuyorum. 
Üst katta daktilonun yanına bırakılmış notlara göz gezdiriyorum da kimisi 'feels like home' (burası evim gibi) demiş, kimisi romanlarının bir gün burada satılacağı günü hayal ettiğini yazmış. Bizim ufak yazar tayfasının hayalleri anlayacağınız. 
Her gidişimde mutlaka oradan bir 'souvenir' almadan çıkmıyorum, bir bez çanta, bir kartpostal, bir defter beni uzun süre mutlu etmeye yetiyor. 
Bir de mutlaka her gidişimde bir kitap alıp ilk sayfasını damgalatıyorum. Bu kez Sylvia Plath'ın kocası Ted Hugh'nun editlediği şiir kitabını aldım ve mutlulukla bavuluma yerleştirdim. 
Yolumu oraya her düşürdüğümde mutlaka bir kez üst katına çıkıp yatağa uzanıp gözlerimi kapayıp hayaller alemine dalıyorum. 
Eğer sizin de bir gün yolunuz Paris'e düşer ve Notre Dame de Paris' yi ziyarete giderseniz, yüzünüzü katedrale verip, başınızı sağa çevirdiğinizde Shakespeare and company kitapçısı size oradan göz kırpıyor olacaktır. 


Sevgiyle kalın, 

İrem 



Sunday, January 11, 2015

Alberto Manguel'le söyleşi...


Boğaziçi Üniversitesi'nin son zamanlarda düzenlediği yazar söyleşilerine bir kaç defa katılma şansım oldu. Her biri hayatıma yeni bir tuğla daha ekledi, her birinden yeni fikirlerle ayrıldım ve kitap önerileriyle. Fakültenin bu ayki konuğu Arjantinli yazar, deneme ustası, çevirmen, editör, antoloji yazarı Alberto Manguel'di. İsmini duymuş olmakla birlikte ne yazık ki hiç bir kitabına vakıf değildim. Roman çalıştığını biliyordum ama en çok isim yaptığı kitapları denemelerden oluşuyordu. 

Arada hemen kısa bir bilgi verelim. Manguel'in Türkçe'ye çevrilen kitapları şunlar: 
*Okumalar Okuması (Sevin Okyay çevirisi) -Denemeler
*Geceleyin Kütüphane -İnceleme
*Kelimeler Şehri- Deneme
*Okuma Günlüğü- Deneme
*Okumanın Tarihi - Deneme
*Palmiyelerin Altında Stevenson- Roman
*Bütün İnsanlar Yalancıdır -Roman
*Hayali Yerler Sözlüğü (2 cilt)

Manguel'in daha nice kitabı ve yazar kimliği ile katıldığı faaliyet alanı var. Fakat... 
Onu Manguel yapan bir küçük ayrıntı var ki, yazılmazsa olmaz. Çizilmezse olmaz... Konuşulmazsa olmaz. Manguel 1964-1968 yılları arasında tam dört yıl Jorge Luis Borges'e kitap okumuş. Ünlü yazar Borges tamamiyle görme yetisini kaybettiğinde ona saatlerce kitap okurmuş Manguel. Ve ardından 'Borges'in Evinde' isimli kitabı yayımlamış. Borges'in kitaplarını satın aldığı kitapçının bir çalışanıymış Manguel. Onunla geçirdiği kıymetli zamanlar da Manguel'e  yazarlık yolunda ışık olmuş. 
Şimdi siz olsanız bu yazarın söyleşisine koşarak gitmez misiniz? 
O gün İstanbul'un kara teslim olduğu, okulların tatil edildiği ve karlı buzlu yolların terk edilip, insanların bahçelerinde kardan adam yapıp ardından evlerine girip ısınmaya çalıştığı bir gün. Kar buz dinlemeden üniversiteye doğru yola çıkıyorum. Güney Kampüs'ün içerisindeki Rektörlük Binası'nın merdivenlerinden kaymadan inmeye çalışırken benimle aynı anda merdivenin diğer tırabzanına tutunarak aşağı inmeye çalışan biri dikkatimi çekiyor. Fötr şapkası ve pardesüsü ile Manguel yanı başımda. 
Ona baktığımı görünce iki kelimeyle laf atıyor, gülümsüyorum sadece.  
Salondan içeri girdiğimde erken geldiğim için hemen önlere kuruluyorum. Söyleşinin başlamasına yakın salon tıklım tıklım doluyor. İnsanlar merdivenlerde ve yerlerde oturuyor. 'Kara rağmen geldiniz, teşekkür ederiz' diyor moderatör. 
Manguel' Sıradan bir Kanada günü' olarak yorumluyor yerlerdeki karı. 
Moderatörün ilk sorusu 'okuma alışkanlıkları' hakkında. Yazar 4000 kitaplık kütüphanesini anlatıyor önce. Ardından metodsuz ve dağınık bir okuma sistemi olduğundan bahsediyor. Tabii ki seçici davranırmış, tabii ki her eline geçen kitabı okumazmış, ama sınırsız ilkesiz bir okur olduğunu da ilan ediyor. 'Kütüphanemdeki kitaplarımın hepsini okumaya ömrüm yetmeyecek biliyorum' diyor. 
Benzer bir yaklaşımı yazarlık dersleri alırken Mario Levi'de görmüştüm. 'Ortalama 30 yıl daha yaşasam, senede xxx kitaptan, toplam şu kadar daha kitap okuma hakkım kaldı, neden sevmediğim şeylerle geçiştireyim ki?' diyordu. Yaş ilerleyince ve okunacak kitapları listesinin sonu gelmeyince böyle ince hesaplara girmek bir yazar hastalığı sanırım. 
Manguel, beğenmediği bir kitap oldu mu hemen 2. sayfasında o kitabı terk ettiğini belirtiyor. Daha sonra o kitaba ikinci bir şans vermeyi de ihmal etmiyormuş. Sevdiği yazarları külliyat halinde okur, özdeşleştirdiği yazarların tüm eserlerini takip edermiş. Tam da bu konuşma arasında 'Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur isimli kitabını severek okuduğunu da söylemeyi ihmal etmiyor. 
Tabii ki bu kadar çok okuyan ve kütüphaneler üzerine çalışmalar yapan bir yazarın 'en sevdiği kitap' vardır değil mi? Tahmin edin hangisi?
Alice Harikalar Diyarında onun yüreğine dokunan bir kitapmış. Alice'in maceralı yolculuğundan örnekler vererek aslında ne kadar 'deli erişkinler' le dolu bir dünyada yaşadığımızı, Alice'in ise bu kadar 'deli erişkin' arasından nasıl kurtulduğunu ve dünyayı nasıl bir mantıkla algıladığını anlatıyor. 'İşte bu bizim dünyamız' diyor. - ''We live in a world of crazy adults, too''
*
Konuk yazar olunca, konu da mutlaka dönüp dolaşıp sansüre geliyor. 
''Tabii ki sansür yiyeceğiz, marangoz değiliz ya, yazarız biz. Bu dünyada en çok sansürü sanatçılar ve yazarlar yer. Çünkü onlar soru soranlardır. Sansür uğruna yazarlar ölür, kitaplar yakılır ama yinede ve yinede Sansür asla işe yaramayan bir şeydir, çünkü 'metin her zaman kurtulur' (Text survives)'' diyor yazar. 
'Binlerce kitapla dolu bir kütüphanede mutlaka yüreğinize hitap edecek bir kitap veya kitabın içerisinden bir paragraf vardır' diyor 've bu metin sizin en gizli sırrınızı ortaya çıkaran, en güçlü güdünüzü anlatan, en derininizde sakladığınız duygunuzu açığa çıkaran bir metindir' diye devam ediyor. O kitabı mutlaka bulmamızı öğütlerken gözleri parlıyor. Ona tüm bunlar yaşatan kitabın hangisi olduğu sorulduğunda 'bu çok özel' bir soru diyerek yanıtlamamayı tercih ediyor. 
Konuşması boyunca bize Borges'ten (İspanyolca ve İngilizce) şiirler okuyan yazar konuşmasının bir yerinde hafızasının artık ezberlere yetmediğini, küçücük bir çocukken Alman dadısının ona öğrettiği en saçma ve en komik Almanca ninnileri bile ezbere bilirken, son zamanlarda artık hiç ezber yapamadığını anlatıyor. 'Yapabiliyorken yapın' derken Emerson'dan bir örnek veriyor. Emerson'un yaşlılığında Alzheimer'ı ilerleyince kızı babasına ait metinleri önüne getirirmiş, Emerson da 'ohh very good- çok güzel, kim yazdı bunları?' dermiş. 
'İşte hayat bu kadar acı' diyor. Her sabah 6.00'da kalkıp beyin jimnastiği adına mutlaka 30 dakika Dante okuması yaparmış Manguel. 'Defalarca uğraştım ezberlemeye, olmadı' diyor. Senelerdir her sabah inatla Dante okumaya devam ediyor. 
Son bir bilgi daha... Manguel'in Türk okurlarını çok heyecanlandıracak bir projesi daha varmış. Yapı Kredi Yayınları, kendisinden Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Beş Şehir' ini kendi bakış açısıyla yeniden yazmasını istemiş. O an orada bulunan izleyicilerin hiç biri aslında projenin tam olarak ne anlama geldiğini anlayamadı. 'Bursa'ya, Konya'ya gittiniz mi ki?' diyenler oldu. 'Gitmeden nasıl yazacaksınız?' diyenler oldu. 
Yazar sadece gülümsedi ve 'Tanpınar bildiği noktadan ben ise bilmediğim noktadan yazıyorum, değişik bir şey yapıyoruz, sabırla bekleyin' dedi. 

Sevgiyle kalın... 

İrem :) 





















Tuesday, August 19, 2014

1 yaşımızın şerefine ...

Ve beklenen yazı.
Bir önceki yazıda yediğimizi, içtiğimizi, gezdiğimizi ballandıra ballandıra yazdık. Yorumlar geldi sizlerden, 'sen adamı yoldan çıkarırsın' diyorlar, 'yazının fotokopisini aldığımız gibi yola düşeceğiz' diyorlar. 'O yerleri seninle yaşadık' diyorlar. 'Haydi bizi de götürün' diyorlar. Gittiğin yerin turistik yazısını allayıp pullayıp yazmak kolay da... Gelelim Yunanistan tatilimizin gerçek yüzüne.
Acaba 1 yaşında bir bebekle neler yaptık, neler ettik. Yanlış cümle. Acaba Sarp bize tatilde neler etti?
Tatile çıkmayı düşünen anne-babalar; bebekle tatilin nasıl olacağını merak eden anne-baba adayları, buyrun, gelin...
*
Sarp'ın garip bir huyu var, her sabah 4.30- 5.00 gibi saatlerde uyanan bebeğimiz, tatile çıkacağımız günlerde horul horul uyuyor. Bir kaç kez deneyimledik, yok canım öyle değildir dedik, vallahi de öyle. O yüzden temkinliyiz, alarmlar kuruldu sabah 05.00, kalkış ve hareket.
Bavullar bir gece önceden kapatıldı, kapının önüne kondu, puset ve diğer yol ıvır zıvırları da hazır.
(Bavul demişken, bir bebeğin bavulunu hazırlamak bu kadar mı zor olur? Kıyafet değil bahsettiğim şey. Ateşi çıkarsa derecesi, ilacı, diş çıkarma ilacı, hapı, pişik kremi, güneş kremi, güneş sonrası kremi, şampuanı, maması, bisküvisi, biberonu, kavanoz mamaları, sevdiği oyuncaklar... neler neler neler neler....)
Yol çantamız ve Sarp'ı yolda oyalamaya yetecek kadar malzemeyi yükleniyoruz.
Yolumuz çok uzun değil, zaten özellikle kısa güzergahta karar kılmıştık.
Bir komşuya geçip geleceğiz kısacası.
Saat 05.30 sularında Sarp'ı yatağından sarmalayıp kaptığımız gibi araba koltuğuna yerleştiriyoruz. Sersem sepelek gözlerle bize bakıyor, ama araba hareket eder etmez uykuya dalacak, eminiz.
Ve beklenen gerçekleşiyor.




İpsala sınır kapısına varana kadar hiç uyanmayan bebeğimiz, tam sınırdan geçeceğimiz zaman uyanıp koltuğunda tepinmeye başlıyor. Hemen kenara çekiyoruz, ben animasyon ekibi olarak arka koltuğa geçiyorum. Ve artık gerisini ne siz sorun ne de ben yazayım. 12 saat uyuyarak uykusunu almış olarak kalkan bebeğin enerjisini bilenler bilir.
Neyse ki çok az mesafe kaldı. Biraz gümrükte duty free molası, Sarp'ın bezini değiştirip, mamasını yedirdikten sonra Yunanistan karayollarında yolculuğa devam. Grek Tavernaya gitmişiz edasında, her an elde iki üç tabak kıracakmışız hissi veren şahane müzikler eşliğinde önce Alexandropoli (Dedeağaç), ardından Xanti (İskeçe) 'yi geçtikten sonra Kavala'ya varıyoruz.
Pek kolay oldu. Vallahi de becerdik yolculuğu sağ salim atlatmayı.
Otele varınca 6. katta ki odamıza kuruluyoruz, manzara süper ama tehlikeli bir balkonumuz var. Sarp'ın yatması için getirdikleri çiçekli böcekli rengarenk park yatağı balkon kapısının önüne çekiyoruz. Böylece aile boyu manzara oluyor. Sarp'ı gelip geçen feribotlar ile ve onları takip eden martılar ile oyalayabiliyoruz.
Kendimizi hemen atacağız ya plaja.. tıkıştırılmak suretiyle hepsi birbirinden fazla doldurulmuş üç adet çanta ve bir puset ile plaja varıyoruz. Heyecan ile hemen Sarp'ın yüzerken giymesi için tasarlanmış swimmer's bezini takıyoruz veee denize. Aslında bu Sarp'ın üçüncü plaj deneyimi ama diğerlerini ya hatırlamıyor, ya da hoşlanmadı.
O yüzden ilk kadar değeri var gözümüzde.
Asayiş şimdilik berkemal. Bizim kucağımızda usul usul giriyor denizine.
Usul usul demişken... Taa ki...
Bir ingiliz çiftinin elinde ki mikili topu görene kadar. Bizim de sokak sokak, mağza mağza, hatta market market mikili top arama maceramız başlıyor resmi olarak.
Top dediysek bildiğiniz lastik top, pikniğe götürülen cinsten. Belki hiç bir şeyi bulduğumuza bu kadar sevinemezdik. Top bulundu ya, artık tatile usul usul devam edebiliriz.
Taa ki... tatilin üçüncü günü bir başka bebeğin altında araba şeklinde, direksiyonlu, kornalı simit görünceye kadar.
Haydii, anne baba tekrar başlıyor bebek simidi aramaya.
Bu arada söyleniyoruz kendi kendimize, çocuğa bir plaj oyuncağı/simidi almamışız diye.
Neyse ki son gün arabalardan taşacak derecede plaj oyuncağımız oluyor. Artık bir puset ve üç plaj çantası ve top ve simit ve lastik bot ve kürek kova ve envai çeşit plaj giyimi ve ve ve ...
En popüler, en uğrak plajlara giriyoruz, bikinili kızların dans ederek servis yaptığı, Dj'li mj'li plajlara elde mikili lastik top, ve kumda asla gitmeyen bir Bugaboo Bee puset ile girdikten sonra ne anladım ben o popüleriteden. Çocuk olunca haliyle karizmayı sağlam çizdiriyorsunuz.
Plajda salınayım, şöyle yattığım yerden şezlong şemsiyelerimin veya ayağımın resmini çekip instagrama koyayım olmuyor. Ya da soğuk kahvemi sipariş edip şöyle bir yayılayım olmuyor pir'im olmuyor. Neticede kendini bez değiştiriken, elinde mama kavanozları ile bebeğin ağzına mama tıkıştırmaya çalışırken buluyorsun kendini. Tıpış tıpış şişiriyorsun o simitleri. Kendine güneş kremi bile sürmeye vaktin olmuyor. Plaj modası gibi şeylere elveda.. Mikili topu veriveriyorlar adamın eline.
Sarp'ın uyku saatlerini bekliyorsun başbaşa, çığlıksız, evhamsız denize girmek için. Öğlen uykusu geldi mi 1.5 saat senin. İster uyu, ister denize gir. Biz puseti karşımıza koyup denize girmeyi tercih ediyorduk. Bir yerden fedakarlık yapacaksın ya yemek vaktin huzurla geçecek, ya deniz saatin.
Yemeği feda ediyorduk. Restoranlar da gayet şenlikli geçiyordu haliyle.
Bazen utana sıkıla o restorandan kaçmak istiyorsun, bazen de 'bol bahşiş bırakayım da arkamızdan iyi konuşsunlar' diyorsun.
Grek tavernaya adım attığın anda önce mama sandalyesi istiyorsun. Siparişlerin yavaş yavaş önüne geliyor, sen o enfes mezelerden ağzına bir kaşık atıyorsun, o arada Sarp yere bir patates fırlatıyor. İşte böylece garsonlar ile göz göze gelmemeye çalışarak, usulca yerden köfte patates toplarken buluyorsun kendini.
Bu yazıyı okuyan tecrübeli annelerin, sinsi sinsi gülüp 'dur sen daha neler yaşayacaksın' dediklerini duyar gibi oluyorum. Canlar sağolsun..
Plajdan otel odasına döndükten sonra da 'ah güneş çok yordu, dur şu köşecikte kıvrılıvereyim akşam yemeğine kadar' cümlesi çok eskilerde kaldı. Otel odasına girmeyi sevinçle karşılayan bebeğin rahat alanı bulunca nasıl daha da enerjik hale geldiğini tahmin edebileceğinizi umuyorum.
Misal, 'alo' yapmayı yeni öğrendiği için her telefona sataşan, rasgele numaralara basan Sarp'ın elinden telefonu kurtarmamız için yastık bariyerleri yapmamız icap etti. Duvara monte edilmiş ve çıkarılamayan ütüyü sökemediğimiz için önüne bavulları yığdık fakat bu kez Sarp bavullara yürüteç muamelesi yapmaya başladı. Eline geçen her ayakkabıyı kemirdiği için tüm ayakkabı ve terlikleri balkona yığdık. Pusetin pis tekerlekleri ile oynamak istediği için puseti otelin koridoruna attık, pek rahattı, kendi apartmanın gibi böyle.
Duvarda ki ütünün ve yatağa inip çıkmanın cazibesi dururken ne yapsın Sarp iki tane uyduruk fisher price oyuncağı, tabiki ne oyuncakları ile ilgilendi, ne de park yatağında durdu. Hatta ikinci gün ititbariyle park yatağımız da balkon bariyeri amaçlı kullanıldı sadece. İlk gece böyle mışıl mışıl uyuyan çocuk gece yarısı olmadan çığlık atarak uyanınca 'yerini yadırgıyor heralde' diyerekten aramıza aldık. Aramıza aldıktan sonra 5 gün mışıl mışıl uyudu.


Sabah kahvaltılarımız işin en eğlenceli kısmıydı. Açık büfe de kendi yemek istediği şeyleri seçip afiyetle yedi. İlk kez sorunsuz kahvaltılar geçirdik. 7. katta ki manzaralı kahvaltı salonumuz sayesinde kah martıları seyretti, kah diğer kahvaltı eden (veya etmeye zorlanan) bebekleri. 

Tatilimiz genel anlamda keyifliydi.. Hatta bebekle yapılan bir seyahate göre fazlasıyla iyiydi. Dönüş yolunca bir saat boyunca Ali Babanın çiftliği, mini mini bir kuş donmuştu, bak postacı geliyor, otobüsün tekeri dönüyor dönüyor vırvırvır şeklinde geçmiş olsa da... Sabahları 06.00'da kalkmış olsak ta.. Eşim de bende 'yeter artık uzun uyumayı özledim' şeklinde veryansın etsek te.. Her yer yine Sarp ile güzel. Onsuz gitsek yediğimiz boğazımızdan geçmeyecek. En azından beraber olunca her an onu öpüp koklayarak tüm ağlama, zırlama ve yorgunlukların üzerini örtüyoruz. 
İşte böyle arkadaşlar.. 
Bir Yunanistan seyahatini de böylece devirdik. 
hatta uslanmadık, kısa zamanda bir daha gitme kararı aldık.
İnsanoğlu böyle işte. :)

Sevgiyle kalın.. 
irem 


Geceleri, anneanne ve dede ile facetime
yaparak uykuya dalma keyfi...


Thassos adasına giderken feribotta pek keyifliyiz...



Sar'ın feribot arkadaşları
seyahatte en çok görmek istediğimiz şey :)






Plajda uluslararası kız arkadaşlar edinirken
ve simidimiz..


şirinlik yapıp taşları ağzına atmaya çalışırken
miki severiz biz.. 


Saat 21.00, uyumamış bebek.. uyusa da yemeğe gitsek bakışı.. :)














Tuesday, August 12, 2014

Kavala'ya Thasoss'a 1-2

Grek salad :) 
Anlatmazsam olmaz... Yazmazsam hiç olmaz.
Tatilden dün döndük.. Hemen oturdum bilgisayar başına. 
Nasıl karar verdik Yunanistan tatiline? Araba ile sınırı nasıl geçtik? Yol ne kadar sürüyor? Kavala nasıl bir yer? Neler yedik, neler içtik? Hepsi burada.. Gelin gelin, dinleyin... 

Ailecek tatile gidilecek, acaba nereye gitsek, oraya mı buraya mı? Tabiki ilk seçenekler Bodrum, Çeşme, Kaş, Dalaman düşün dur, düşün dur.. İşin içinden çıkamıyoruz. Bir yaşındaki minik Sarp'ımızla seyahat edeceğimiz için otelin konforu, kumsalı var mı, denizi kumlu mu taşlı mı, arabayla gitsek yol kaç saat sürecek, uçakla kısa sürecek ama araba kiralamak lazım ki bebekle sefil olmayalım gibi sorular kendi kendini yedi bitirdi, imha etti veeeee.. 
Tam 6 yıl önce ki Yunanistan seyahatimi hatırladım birden. Temmuz ayıydı. Kavala'da Avrupa Genç Parlamenterler konferansları düzenleniyordu, bende bir öğrencime eşlik ediyordum. Daha adımımızı otele atar atmaz, yanıma yaklaşan organizatörlerden biri dedi ki: 
-Öğrencin 8 gün bize emanet, onu deli gibi çalıştıracağımıza emin olabilirsin.
- Nasıl yani? E ben?
-Akşamları 5'ten sonra görüşebilirsiniz ancak.. Sen de bu arada Kavala'nın plajlarının tadını çıkarmakla başlayabilirsin.. 
Böylece tam 8 gece 9 gün Kavala'yı enine boyuna keşfetme şansım olmuştu. 
Orada geçirdiğim güzel günler, anılar, muhteşem yemekler birden düşünce aklıma 'Haydi' dedim. 'Gidiyoruz'. 
Bu arada sosyal medyaya Kavala'nın ve Taşöz'ün muhteşem plajlarından resimler koyanlar da beni iyice heyecanlandırmıştı. Özellikle Ramazan Bayramı'nda turist akınına uğradı Thassos ve Kavala. Çeşme ve Bodrum'dan artık fenalık geldi bir çok insana. Yerlileri şikayetçi, oraya giden tatilciler kalabalıktan, restoranlara 2-3 hafta önceden rezervasyon yaptırıp yedek listede kalmış olmaktan şikayetçi, plajlara bile rezervasyonla giriliyor sanki başka tatil mekanı kalmamış gibi. İyisi mi, bu insan güruhu oralardan sıkılana kadar, başka yerler keşfetmeye devam etmek.. 
Gelelim bir Yunanistan tatili için yapmanız gerekenlere....

İLK ADIM: 
Önce arabamıza triptik belgesi çıkartmak ile başladık. Seyrantepe'de ki Turing'e gittik, hatta kucağımızda bebek ile saat 16.30'da 'eyvah yetiştik mi acaba?' derken içeri girmemiz, bomboş gişeye para ödeyip çıkmamız toplam 10 dakika sürdü. 
Ruhsat sahibi her kim ise ona uluslararası ehlliyet çıkarılıyor. Bir de arabanıza uluslararası sigorta yaptırıyorsunuz. Hepi topu 300-350 Tl'ye işlem tamam. Bundan sonra tek yapacağınız şey bavulunuzu hazılayıp, arabanızın bagajına yüklemek. (Tabi vizeniz olduğunu varsayıyoruz, biz her seferinde senelik vizeler talep ettiğimiz için pasaportumuz her an damgalanmaya hazır.) 

İKİNCİ ADIM: 
O akşam eve gelir gelmez, hemen booking.com sitesinden otellere bakıyoruz. Daha önce kaldığım otel Kavala'nın tepelerinde manzaralı bir oteldi fakat taksiye bağımlı kalmıştım. Kavala'nın içinde, ve dışında da çok güzel tesisler var. Hatta bir ara Thassos Adası'nda kalmayı bile düşündük, orada da mis gibi sulara kıyısı olan tesisler, villa tipi oteller mevcut. Tamamen sizin zevkinize ve tatil anlayışınıza kalmış. Biz Kavala'nın tam merkezinde ki bir otelde karar kıldık. Nasıl olsa altımızda araba var, ve her gün farklı plajlara gideceğiz. Akşamları da Sarp uyuduktan sonra rahatça dışarı çıkıp pusetle salına salına gezebilmemiz açısından merkezde kalmamız startejik bir hareketti. Arka sokakta ki Carrefour market ise Sarp'a mama takviyesi gereken anlarda imdadımıza yetişti. 

ÜÇÜNCÜ ADIM: 
Pasaportları ve bavulu çantaya attığın gibi Edirne istikametinden yola çıkış. 
(Araba tercih etmeyecek olanlar için Metro, Ulusoy gibi otobüs firmaları da sizi Alexandrapoli ve Kavala'ya kadar götürüyor..) 

Sarp'ın uyanma, süt içme saatlerini göz önünde bulundurarak 05.30'da yola çıktık. Sabah 10.30'da yani tam 5 saate Kavaladaydık. Buna Duty Free molamız da dahil. 
Zaten Yunanistan dediğin Tem'in devamı farz edin,  yollar kaymak gibi, su gibi akıp geçiveriyor. İpsala'ya geldiğimizde önce arabanın belgelerinin kontrolü, ardından pasaport kontrolü derken kendinizi Meriç Nehri üzerinde buluveriyosunuz. Bir nehir düşünün ki parmaklıkları Kırmızı-Beyaz iken birden Mavi-Beyaz'a bürünüyor. Türk bayrakları Yunan bayraklarına dönüşüyor. Üniformalarıyla nöbet tutan askerlerimize selam çaktıktan saniyeler sonra da Yunan askerlerini selamlıyoruz. 
Veeeee καλημέρα (Kalimera) ..
Yol hiç sapmadan devam ediyor, sağ tarafta yol boyunca (belki kilometrelerce) dağların eteklerinde ki Türk köylerini görüyoruz, her birinde tek minareli birer cami. Yan yana konuşlanmış onlarca Türk köyü.. Aralara serpiştirilmiş -camisiz, bu kez kiliseli- Rum köyleri görüyoruz. 
İşte bu kadar iç içeyiz, işte bu kadar kardeşiz diyorum içimden. 
Ve Dido Satiro'nun romanı geliyor aklıma, savaştan dolayı dağ bayır ve tarlalar boyunca kaçarken bu köylere sığınan ve birbirini koruyan, kollayan, saklayan kardeş halkların hikayeleri.. 
Hayaller kuruyorum, önünden geçtiğimiz köyden bir kızı, yan köyden birine aşık ediyorum, onları gizli gizli buluşturuyorum.. 
Su gibi akıveriyor yol.. 
Xanti (yani İskeçe) ve Alexandropoli' yi (Dedeağaç) geçtikten sonra tabelada Kavala okunu görüp sapıyoruz. Sınırdan sonra aşağı yukarı 1 saat otobanda gittikten sonra Kavala bizi selamlıyor. 
Kavala dediysem, İzmir'den hallice. 
Selanik'te de, kavala'da da aynı hisse kapılıyorsunuz. Gözlerimi kapasam kendimi İzmir'de, Ayvalık'ta, Altınoluk'ta hissedeceğim, kokusu bile aynı toprakların. 
Nasıl farklı olsun ki hava aynı hava, güneş aynı güneş, tarla aynı tarla, deniz aynı deniz iken. 
'Balıklar ve Kuşlar' diyorum... Aramızda en özgür olanımız onlar. Vizesiz, dertsiz, tasasız bir o kıyıya bir diğerine özgürce seyahat edebiliyorlar. 
Kavala'ya varır varmaz merkezde ki otelimize yerleşiyoruz, 6. katta odamız. Manzaramız Kavala Şehri, kalesi, su kemerleri ve Liman.. Thassos'a gelip giden feribotları izliyoruz balkonumuzdan. 
Sarp'ın yatağını da balkon kapısının önüne çekiyoruz ki aile boyu manzaramız martılar olsun, deniz olsun, kordon boyunda ki palmiye ağaçları olsun. 
*
Ve başlıyor tatil. Kavala'nın görülecek plajı çok. Kalamitsa, Iraklitsa, Rapsani, Tosca, Palio, Periagli plajlarının yanı sıra 15-20 kilometre uzağında ki Ammolfoi. Özellikle sonuncusu en meşhur plajlardan biri.
Bizim için ise ilk istikamet 2-3 kilometre ötesinde ki Batis Beach. Yukarıda saydığım dünyanın en güzel sularına ve en el değmemiş doğal kumuna sahip plajlar arasında ki tek paralı olanı. 
Korkmayın ama.. Giriş sadece 1 Euro.. Batis'in içinde, barı, kafesi, tavernası, havuzu her şeyi var. Berrak bir su, altın kumlar... Hepsi hepsi... 
Diğer doğal plajlara göre daha eğlenceli, müziği harika... Çocuklar için ayrı oyun alanı, içinde oyuncaklar, tahtravalliler olan bir çocuk havuzu var. İçerisinde ki restoran 'Elio' da en lezzetli Deniz Levreğini, güveçte Symirna (İzmir) Köfte'yi, en güzel Grek Salata'yı, en leziz mezeleri yiyip içebilirsiniz. 
Mezelerin tanesi 3-4 Euro, deniz balıklarının kilosu Türkiye'de olduğundan hayli ucuz... Plaja getirdikleri Frappe'ler, Grek Coffee'ler de bir harika... 
Kavala'ya ilk kez gidiyorsanız yukarıda ismi geçen plajları yarımşar gün deneyin derim. 
Bizim ısrarla Batis Plajı'nda karar kılmamızın sebebi yine 1 yaşında ki bebeğimizin rahat hareket etmesi içindir. 
*
Plaj sefanız bittiğinde bir yarım gününüzü de mutlaka Kavala'yı gezmeye ayırın derim. Su kemerleri, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın evi, aş evi ve medresesi ise gezilmeye değer, son 10 yıldır Kavala'nın en kaliteli oteli olan Imaret Otel işletiliyor. Yani bir Osmanlı medresesinde kalmak isterseniz de oteliniz bellii... Imaret. 
Kavala'nın sahile paralel giden ve birbiri ile kesişen minik sokaklarıda kaybolup biraz alışveriş bile yapabilirsiniz. No:19 isimli kahvesinde yer bulabilirseniz bir Buzlu Kahve de bizim için devirin. Bu sokaklarda dolaşırken karşınıza birbirinden nefis fırınlar çıkacak. 
Abartmıyorum. Her biri muhteşem börek, çörek, ekmek, puaça, simit (onlar da gevrek mi diyordur acaba:) ), ve kurabiye ile bezenmiş fırınlar. 
Yunanistan'ın gerek tavernaları, gerek fırınları gerekse kordon boyu kafelerinde ki çok lezzetli dondurma ve waffle ları sayesinde göbeği şişirip gelmeniz kuvvetle muhtemel. (Ben iki gündür korkudan tartıya çıkamıyorum mesela) 
*
Gelelim Kavala'nın merkezinde ki restoranlar, en meşhur iki tanesi yan yana.. Biri Panos Zafira ve diğeri onun komşusu ama ismini telafuz edemediğimiz sarı tenteli restoran. İkisinde de Türk garsonlar tarafından karşılanıyorsunuz, önünüze Türkçe menüler geliyor. Mezeler muhteşem. Uzo muhteşem. Vaktiniz var ise iki restoranı da deneyin. Eğer tek bir şansınız var ise ben hakkımı Panos ve Zafira'dan kullanıyorum. Kalamar dolmasını, mideyeli pilavını, fırında közlenmiş patlıcanlarını yiyin yiyin yiyin... 2 kadeh te uzo tokuşturmayı ihmal etmeyin. 
*
Veee Thassos. Türkçe'de Taşöz adası diyoruz kendisine. 
Kavala'nın limanından her sabah 7, 9, 12 gibi saatlerde feribotlar var. Giderken Eskihisar feribotu gibi  üzeri açık bir feribotla gidip, dönüşte ise Bandırma İdo'su gibi arabayı park edip salonda oturmalı bir feribot ile geri döndük. 
Gidiş, dönüş için arabaya 50 Euro ödedik, eğer yaya olarak gidiyorsanız tabi ki çok daha hesaplı. 
Yol 75 dakika sürüyor. Feribota bindi-indi 1.5 saat diyebiliriz. 
İner inmez arabanın burnunu 30 kilometre uzakta olan, adanın diğer tarafında ki 'Golden Beach'e çevirsek te.. Yol üzerinde yeni açılmış 'La Scala' yı görüp orada duruyoruz. Thassos'un da müthiş plajları var. Golden Beach, Aliki ve Marble Beach en popüler olanları. La Scala ise yine sazlı sözlü kafeli barlı eğlenceli olan plajlarından. Kumunun bir bölümü bembeyaz mermer tozundan. Giriş ücretsiz, sadece içeride yediklerinize ücret ödüyorsunuz. 2 Euro'ya kahve, 0.50 cent'e su içiyorsunuz, yine çok uygun fiyatlar. Plajın yemekleri ise Yunanistan'ın her köşesinde olduğu gibi çok çok çok güzel.
Akşam 18.15 feribotuna kadar ada bizim. Yerel bir marketten şekerleme, reçel gibi ada yapımı bir şeyler buluyorum. Ada hayatı güzel hayat. Kokusu güzel, havası güzel, insanı güzel.
Santorini ve Mykanos gibi daha turistik adalarda bu keyfi alamıyorum ben. Ada dediğin huzur dolu olacak. Kaş'tan geçtiğimiz Meis adası da öyle mesela, kendi halinde, şipşirin, bozulmamış, köhne dükkanlar... vesaire. 
Kavala'da dolu dolu 5 gün geçiriyoruz. Erken dönmemiz gerekince Selanik programımız iptal oluyor. 
Daha önce 2 kez gittim Selanik'e ve Atam'ın evine. Kavala'dan 45 dakika sürüyor yol. 
Ve Serres (Serez). Yazmakta olduğum romanın bir kısmının geçtiği yer. Gidemiyoruz. 
Aklım kalıyor. Bir daha ki sefere artık.. 
Bir ay sonra tekrar gitmeye niyetleniyoruz. Tadı damağımızda kaldı. 
Yediğimiz yemekten içtiğimiz suya kadar. 
Yunanistan'ı seviyoruz biz. Yine, yine, yine gitmeli insan... 
Merak edenler için bir kaç video derledim, buyrun izleyin.. 
Yolunuz düşecek olursa, bizi anın, gökyüzüne doğru iki selam çakın, biz alırız o selamı.. 

Sevgiler... 
irem

İşte bizim resimlerimizden oluşan bir video:  http://flipagram.com/f/GpGlMB7sby   
Kavala'da ki su kemerleri... http://youtu.be/6RvvA8tpTWk
İpsala Sınır kapısından vatana giriş... http://youtu.be/DFC1GjUM0Ks
Kavala şehrinden çıkış ..ç http://youtu.be/ERbq9z_W2wc













Wednesday, June 25, 2014

Anneler için yazdım... Katı kuralları nasıl yıktık?


Bebek üzerine ahkam kesme tarzı blog yazılarına bir son vermiştim ki..
Dün bir arkadaşım aradı, 'bu aralar hiç bebek üzerine yazmıyorsun, ne oluyor ne bitiyor, bütün çoluklu çocuklu arkadaşlar takip ediyoruz' dedi. 
Blogun bu kadar ünleneceğini bende tahmin etmemiştim, ilk başlarda gizli gizli yazıp sadece en yakın üç-beş dostuma yollarken birden ne olduysa oldu, günde 700-750 kişi tıklıyor bu adresi. Geçmişe dönük yazılar, kitap yorumları, 3 sene önce yazdığım bir yazı bile tıklanıyor ama en çok bebek üzerine olanlar. Sarp'ın 40'ı çıktı yazısı her gün mutlaka görüntüleniyor örneğin. İnternet başında meraklı anne çok.. Tıpkı benim başım sıkıştığımda hemen anne bloglarını okumam gibi. Ne müthiş bir yardımlaşma ağı. 
Peki, madem hedef kitle anneler, o zaman biraz yaramazlık yapayım ve tersine çevireyim biraz tüm annelerin uygulamaya çalıştığı kuralları. Ve neler yaptık yapmadık anlatalım. 

Anne sütü  vs Mama: 
Biliyorsunuz, modern zaman anneleri, ve modern zaman çocuk doktorları arasında bazı fenomenler var. Bunlardan ilki 'İlk altı ay sadece anne sütü ver' : Veremedim. Keşke verebilseydim. Olmadı. Sarp'ın doğduğu ilk hafta bende o idealist annelerden olacağım kararı verip, haftanın sonunda bebeğin gözümün önünde gram gram zayıflaması, beslenememekten sarılığının yükselmesi, ve hatta geceleri (gazdan değil) açlıktan ağlıyor olması sonucu bir gece ilk bulduğumuz nöbetçi eczaneden Aptamil mama alıp, ağzına dayadıktan sonra derin bir 'oh' çekmiştik. Şuan Hipp 2 formül sütünü kullanıyoruz, gayet memnunuz beslenmesinden. Etrafıma bakıyorum da hepimiz formül mama ile büyümüşüz. Yıkılmadık. Ayaktayız.

Bebeğe su verme: 
Katı kurallardan ikincisi 'İlk altı ay sakın su verme' : Neden? Niçin? Yapmayın etmeyin arkadaşlar, kim belirliyor 6 ay kuralını. Eğer ki formül mama veriyorsan boğazı kuruyacak, yanacak, kavrulacak çocuk. 10 cc bile verseniz, yine de verin. Ben 3.5 aylıkken vermeye başladım. Şuan suyla arası gayet iyi. Birileri çıkıp 'aman böbreği bilmem ne olur' dediğinde, düşünün vereceğiniz bir yudum sudan kimsenin mekanizması alt üst olmaz. Bence tek kural: Bebeğin ilk aylarında suyu mutlaka kaynatıp, ılıtıp verin. 

Bebeğe yoğurt verme: 
Bir diğer katı kural. İyiki de uygulamadım. 4.5 aylıkken evde kendi mayaladığım yoğurttan vermeye başladım. Kalsiyum ihtiyacını karşıladı, kemikleri kuvvetlendi ki oraya buraraya daha rahat saldırabiliyor şimdi. Doktorumuza kalsa 9 ay bekle demişti. Sebep? -İnek sütü alerjisi vardır belki. Ben dinleyemen yaramaz annelerden oldum ve hergün meyveli meyvesiz bol bol yoğurdunu verdim. Hatta bu aralar bol bol ayran da veriyorum. Bayılıyor. 

Kucağa al / alma: 
Dün bir alışveriş merkezinde bebekli bir çift gördüm, yanlarında da anneleri vardı. Kız alışveriş için bir mağazaya giriyor, anneanne de 'siz rahat gezin ben bebeği alayım' diyor. Kız avaz avaz bağırıyor arkadan 
-Bak, sakın ağlarsa kucağına alma !!!
-Tamam.
-Bak sakınnn dedimmm, istediği kadar ağlasın. 
Bir empati kurdum ki sormayın. İlk dönemlerde kucağa alımasın diye herkesi vırvır fırçaladığım dönemler aklıma geldi. Sonuç??? Çocuğum kucak bebeği oldu. Pusetinde o kadar sıkılıyor ki kucağa gelmek için avaz avaz ağlıyor. Ne yapmalı? Amerikalılar nasıl yapıyor bu işi? Cry it out metodu uyguluyorlar, bebek her istediğini ebeveynlerine yaptıramıyor. Bizim Türk kültürüne uygun mu? HAYIR. Her gelen konu komşu eş dostun 'Ay bir kucağıma alayım' mantığıyla yaklaştığı bebeğinize yırtınsanız da kucaktan inmeyi öğretemiyorsunuz. O yüzden boşuna kırmayın etrafınızdakileri. Ben çok yaptım siz yapmayın. Bir büyüğüm demişti ki 'Sarmala kızım bebeğini, doya doya sarmala, 1 yaşından sonra ara ki bulasın...' İşte bu sebepten dolayı sarmalayın bebeleri.. 

Ek Gıdaya Geçiş:
Fena halde gıcık olduğum bir katı kural daha. Aman sakın 6 aydan önce ek gıda vermeyin. Sebep? Emzirin. Ee sütüm yok. Olsun, yine de verme. 
Avrupa'da 4 aylıkken ek gıda başlıyor, bizde niye 6? Kim uydurmuş? 
Çok sevdiğim yakın bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. (kızmasın bana şimdi) 
'Ay çok heyecanlıyım 3 gün sonra ek gıdaya başlıyoruz' dedi. 
'Neden 3 gün sonra? Neden bugün değil? dedim, afallamış bir suratla. 
'6 ayımız ancak doluyo da ...' dedi. 
Yapmayın etmeyin anneler, yazıktır. Benim bebeğim tam 4.5 aylıkken yoğurt, elma ve armut püresiyle tanıştı. 5 aylıkken ilk sebze püresini yedi. 5.5 aylıkken kuzu etli sebze pürelerini bayıla bayıla hüpletiyordu. 9 aylıktan itibaren de ev yemeklerine geçiş yaptık. Evde ne varsa önüne koyuyoruz, becerip yiyor. Kabak dolması, köfte, makarna, püre.. o gün evde ne varsa... 
9 aylıkken iki adet alt dişi çıktı, o andan itibaren kemirebileceği ne varsa verdik önüne. Eti cicibebe, ekmek, kağıt helva, kek, puaça ne varsa.. ne bulursa .. elini uzatıp kemiriyor. Dozu aşmadığınız sürece ve alerjen şeyler vermediğiniz sürece hiç bir sorun yok. Bu kadar NET.
(Alerjen besin olmasına rağmen ben çilek vermeyi de denedim, ve takibini yaptım, bir sorunumuz olmadı. Haftada bir kez 1-2 tane yediriyorum.) 

Tuz/ Şeker yasak: 
Ek gıdaya geçiş döneminde hedefimiz bebeği yeni tatlarla tanıştırmak. Tuza, şekere gerek yok, ama daha sonraki aylarda bebek sofranızda duran tatların farkına varıp onlara elini uzatıp ağlamaya başladığında bu kuralı uygulamak neredeyse imkansız. Sofrada ki kızartmaya da, patatese de elini uzatacak ve siz bebeğinizin önünden bunu nasıl çekeceksiniz bir düşünün bakalım. 
Bir de gezenti bir aile iseniz, her gittiğiniz restoranda önce mama sandalyesi isteyip, bebeğinizi bir güzel sandalyeye oturtup, ardından önüne ne yemek koyacaksınız düşünün, ben ekmek ile başladım, ardından yavaş yavaş önüne köfte, pilav gibi şeyler koymaya başladım. Kendi eliyle onları bir güzel yemeye başladı. Tuz ve şeker yasağını bende delemiyordum ilk başlarda, bunu kırmama annem ve anneannem yardımcı oldu. Benim yaptığım sebze pürelerine ağız burun kıvırmaya başlayan bebek, anneannemin tavuk suyuna şehriyeli mamalarını hapur hupur yer oldu. Bu arada tavuk vermeme kuralını da yıkmış olduk. Piyasadakilere antibiyotikli, hastalıklı tavuk derseniz kasabınıza ne kadar organik olduğu bilinmeyen tavuk getirtebilirsiniz. Yeter ki bu kadar katı kurallarınız olmasın. Rahat olun, relax olun. Ben olamadım, siz olun ...

Süt:
Her hafta özenle Çerkezköy'den getirttiğim Aysun'un sütlerini aksilik olup 1-2 hafta üst üste sipariş edemeyince dünya başıma yıkıldı, eyvah! ne yapacağım şimdi. 'Sütsüz mü kalacak bebek?' Bu saçma paniğimi de günlük süt alarak, bebeğimin muhallebisini ve yoğurdunu günlük süte yaparak kırdım. 
Düşünürsek, hepimiz hazır mama ve pastörüze süt ile büyüdük. Gayet sağlıklıyız. Dünyanın sonu değilmiş.

Pekmez /Bal: 
Bal henüz vermedim. O kuralı yıkmadım. Bal kavanozlarının üzerinde bile '1 yaştan önce vermeyiniz' yazıyor. Anneanneme kalsa 'biz 40 günlükten itibaren hergün bebeğin ağzına 1 parmak bal çalardık' demişti. Hepimiz öyle büyüdük. Ama şimdi 'Aman ha sakın hey hop ...'  
Pekmeze gelince.. Doktorlar burada ikiye ayrılıyor tıpkı yoğurt, süt, ek gıda kurallarında olduğu gibi. Bizim doktor 'sakın pekmez verme' dedi, pekmez kaynatılırken içinde bilmem ne maddesi oluşuyormuş ta ... 
Dinlemedim. 6 aylıktan itibaren her gün bir yumurta sarısı, peynir, yulaf karışımı kahvaltısına 1 kaşık pekmez attım. Pekmezli bebek keki yaptım. İlk aylarda muhallebisini pekmezle tatlandırdım. 
Köylüsü şehirlisi kasabalısı herkes pekmez yediriyor bebeklerine. Bende yedirdim. 

Oturt/ oturtma: 
Burada ahkam kesemem, her bebeğin doğası farklı. Bebek oturmaya hazır olduğunu verdiği sinyaller sayesinde size iletiyor. Doktorlar '6 aydan önce sakın' diyor. Benim ki 4.5 aylıkken kendi kendine oturma sinyalleri veriyordu. Arkasına yastıklar koyarak, hafif kavisli, destekli oturtuyorduk. 
Kendi kendine desteksiz oturması 6.5 - 7 ayı buldu. Kimi arkadaşlarım bebeklerini oturtmadıkları için bebekleri dokuzuncu aylarında bile oturmayı bilmiyorlardı. Doktor kurbanı olmayın. Sinyalleri takip edin.

Yürüteç:
Bir diğer katı kural. 'Sakın bindirme'. Sarp dokuzuncu ayından sonra o kadar çok ayakta durmak istiyordu ki koşa koşa bir tane aldık. Chicco'nun, sade, 4 köşe ve araba şeklinde yürüteci bebek ilerledikçe müzikler çalıyordu. 2 veya 3 hafta bindi. Hevesle, mutlulukla. Sonra birden bıçak gibi kesildi. Artık binmek istemedi, ağladı. Daha özgürce kanape kenarlarında ayağa dikilip sıralamak istedi, dolapları karıştırmak istedi. Yürüteç boşa çıktı. 
Aynı şekilde ayakta durmasını sağlayan, bebeği içine oturttuğumuz bir aktivite merkezimiz vardı, o da boşa çıktı. Tümü Sahibinden.com 'da satılmayı bekliyor şimdi. 
İşte yürüteç hevesi de böylece son buldu. Geçiş döneminde bize yardımcı oldu mu oldu. Gerisi boş. 

Mama Sandalyesi: 
Oturmaya başladığı anda bizimle sofraya gelebilsin diye Chicco'nun poly modelini gidip satın aldık, bize o kadar sevimli gelen, mavi renkli, üzeri balinalar ve balıkla olan mama sandalyemiz; Sarp'ın ilgisini sadece 2-3 ay çekebildi. Sonrasında ne zaman oturtmaya çalışşak kızılca kıyamet koptu. Sarp ağlama krizlerine giriyor ama Chicco'ya oturmuyordu. İşin komiği İkea'da 50 Tl'ye aldığımız ve anneannesinde duran süper kullanışlı mama sandalyesine bayılarak oturuyordu. Hemen Chicco'yu da sarmayalıp kaldırıp, gidip İkea'dan dümdüz bir şey aldık. Bir de mobil, portatif birşey ki.. her odaya taşıyabiliyoruz. Chicco'da sahibinden.com 'da yerini aldı. Gereksiz pahallı, designer ürünlere hiiiçç özenmeyin, çocuğun huyu belirliyor her şeyi. 

TV'ye baktırtma: 
Tamam baktırtmıyorum. Ama günde 20 dakikadan da bir zarar gelmez değil mi? Duck Tv diye bir kanal keşfettim, baby tv'den hallice. Daireler, şekiller, ayıcıklar, maymunlar ekranda hoplayıp zıplıyor. Akşam saati oldu mu banyo yapıp, dişlerini fırçalayıp uyuyorlar. Müthiş bir kanal. Hem anlatıyorum ona 'Bak şimdi maymun ağaca tırmandı'..  Hem de o arada akşam mamasını keyifli hüpletiyor. 

İlaç verme: 
Bu da yine modern ve organik annelerimizin icadı. Geçen gece Sarp'ın ateşi 38.8'i görünce baktım ılık duşlar, ıslak bezler fayda etmedi bende Calpol, İbufen combo yapıp içirdim. Sabaha kadar huzur içerisinde uyuyan Sarp bu kez haftasına nezle oldu. Nasıl bir geniz akıntısı, burun çekmeler, öksürüp, hapşurmalar.. Burnuna serum fizyolik sıkmak yetmiyor, çocuk hasta olduğunun farkında olmadan aynı tempoda oynamak istiyor. Oynayamayınca iyice huysuzlanıyor, yemek yemiyor, halsiz düşüyor. Kendi doktorumuz bitkisel bir krem vermişti, Bella B öksürük kremi, 'bunu göğsüne sür' yeter dedi. Yetmedi. Çocuk hastalıktan dökülünce çareyi başka bir doktora gitmekte buldum. Onun yazdığı bebek şurubunu 2-3 gün içtik ve rahatladık. Şurup onu deriinn deriiinn uyuttu. İçindekileri okuyunca biraz elim titredi tabiki ama  çocuğunuzun hastalıktan kırıldığı noktada da organik anne olma hayallerime devam edemeyecektim. 

Kısacası, tabuları da yıktım, 'yapma' denileni de yaptım. Sizde böyle katı bir kural okuduğunuz da kendi şartlarınızı düşünün.. 
Çalışan anne olmak, kalabalık ailede yaşıyor olmak, bebeğinizi sosyal olup olmaması, iştahı, huyu, huysuzluğu.. bu ve bunun gibi bir çok faktör size kendi kurallarınızı belirlemenizde yardımcı olacaktır. 

Kafaları mı karıştırdım? Varsın olsun.  :) 

Tüm annelerin önünde saygıyla eğiliyorum. 

İrem 
















Wednesday, June 4, 2014

Hepi topu 10 aylık ama...

'Nefes al. Nefes ver. Nefes al. Sakinleş ve hayatın akışına bırak kendini'.
Kendime bu telkini yapmazsam çıldırabilir, kafayı oynatabilirim. 
Hiç kimse bana çocuk büyütmenin kolay olduğunu söylememişti. Tamam. 
Hatta ilk doğduğu aylar içerisinde 'oh bunlar en kolay günlerin' diyenlere dönüp 'bitap haldeyim, daha ne olabilir beni yoracak' dediğim de doğrudur. 
Aylar önce bir kafede bir baba ile tanışmıştık, çocuğu yeni ayaklanmıştı belli, zavallı baba ise çocuğun peşinden koşturuyordu. Bize döndü ve dedi ki: 
'Şunu unutmayın, çocuk gittikçe zorlaşır, hiç bir zaman kolaylaşmayacak.'
Tabi o zaman içimden 'Ne kötümser' diye etiketlemiştim kendisini.
Kendimce de teori geliştirmiştim. Özellikle ilk çocukta ne ile karşılaşacağını bilmediğin için ve her dönem bir yenilik getirdiği için zorlanıyorsun bence. Yoksa çocuk ayaklandıktan sonra ne zorluğu olacak canımm.. 
Bu konuşmamızdan iki ay sonra Sarp emeklemeye başladı. 
Koyduğumuz yerde öylece duruveren, yattığı yerde uslu uslu bizi seyre dalan bebek kişilik, birden prizlere parmak sokan, çekmecelerimizin içini açıp her ne bulursa etrafa saçan, kanapelere koltuklara tırmanmaya çalışıp tırmanamadıkça ağlayan bir başka bebek kişiliğe dönüştü. 
Yeni edindiği huy sayesinde her bez değişimi esnasında elimin altından 'pıırrr' diye uçtukça, bizde arkasından onu yakalamaya çalışan şapşal ebeveynlere dönüştük. 
Oda kapılarını bam güm vurmaya başlayan sevgili Sarp'ımız, tabiki de her seferinde elini, ayağını sıkıştırmaya, ve canı yanınca da avaz avaz ağlamaya başladı. 
Kitaplığımın alt raflarındaki tüm kitaplarımı on saniye içerisinde alaşağı ettikten sonra, alt rafları tamamen boşlatıp onun kendi kitaplarını yerleştirdim, Kırmızı Kelebek, Acıkmış Tırtıl, Sulu Şeftali gibi traji-komik başlıklı kitaplar neredeyse yirmi yıllık birkiminin arasında itişe kakışa yer buldu kendine. Bir hafta geçti veya geçmedi bu kez alttan ikinci rafları 'bam küt pat' diye alabora edip bir de Edebiyat Fakültesinden kalma, itina ile sakladığım bir post-modern romanımı da bir güzel selüloz haline getirdi. 
O an sadece bakıştık ve 'Haklısın Sarp, bende post-modern romanları sevmiyorum' dedim. O ise çoktan televizyon kumandalarını bulmuş, birbirlerine vurduruyordu. 
Kumandaları elinden zar zor kurtarınca evimizin 'agresif ama mecbur burnu sürtülmüş' zavallı kedisi Köpük'ün kuyruğunu çekmek üzere yola çıktı. 
Kedimiz yıllardır agresifliği, asosyalliği, ısırması ve tırmalaması ile nam salmış olmasına rağmen, bebekten sonra 'süt dökmüş kedi' deyiminin hakkını vermeye başladı. 
Çok fazla soran var diye söylüyorum 'Hayır, bebeğe kesinlikle bir zarar vermiyor.' 
Sarp onu köşeye sıkıştırdığında ise bizden medet umuyor. 
'Bakın pati atmıyorum, ama köşeye sıkıştım, gelin alın şunu başımdan' bakışı yerini can hıraş bir kaçışa ve kuytu bir köşeye saklanmak üzere yer arayan tırsak bir kedi bakışına dönüşüyor. 
Çorap çekmecemi kurtardım, kapıları vuramasın diye kapattık, kitaplıkta ki kitapları büyük ölçüde kurtardık, kumandaları sakladık, kediyi kuytu bir köşeye yolladık .. Peki ne kaldı geriye?
'Beyin gelişim oyuncaklarıymış, peh, bunlarla ancak beyinsizler oynar' diyen Sarp, başlıyor evin içinde yeni maceralar aramaya. Ne kadar ayakkabı, terlik varsa ağzına sokmaya; soğanlıkta ki patates ve soğanlarım ile tapşin yapmaya, su damacanamın tam suyun aktığı ağız kısmına asılarak ayağa kalkmaya çalışıyor. 'Yapma etme' dedikçe kendi seviyesinde bulabildiği torba, pet şişe, zeytinyağı tenekesi gibi ne kadar ev araç gereci varsa hepsini birbirine katıp bir de kahkahalarla gülüyor.
Nasıl olsa salona girmiyor diye hala aşağılarda özenle sakladığım şampanya kadehlerimden biri sizlere ömür. Niye? Sarp tapşiiinnn yapmak istediği için. (Şaka bir yana ev kazalarından ödüm kopuyor, hala pek acemiyiz o konuda'
'Bu bebek resmen bizimle alay ediyor arkadaş' diye hayıflanıyorum. Kendisini içine hapsetmeye çalıştığımız karyola, oyun bahçesi ve top havuzu gibi gereksiz şeylerin içine oturmaya tenezzül bile etmeyen, mama sandalyesini uzaktan gördü mü avaz avaz tepinmeye başlayan sevgili bebek kişi ile ne yapacağımızı bilmez bir haldeyiz.
Mama sandalyesine iki kişi insan gücü kullanarak oturttuğumuzda da, hiç bir şey olmamış gibi 'N'oluyo ya, ne kastırdınız, bakın oturuyorum işte' bakışına karşılık Ya Sabır'ları çekiyoruz. Geçen gün tam da hamaratlığım üzerimde, 'haydi iki tencere yemek atayım ortaya' diye mutfağa giriştim, Sarp'ta mutfağı, buzdolabını yağmalamasın diye mama sandalyesine bir güzel oturttum. Bir yandan kendisine sütlaç yediriyor, diğer yandan 'Ay ne güzel hem yemek yapıyorum hem Sarp'ı yediriyorum lalala' derken tam on saniye içerisinde olanlar oldu. Önce mutfak kapısına doğru uçan bir kavanoz gördüm, ardından havada takla atan caanım cicibebe bisküviler, ardından Sarp'a kaydı gözlerim, sütlaç kavanozunu bir güzel tepsisine boca etmiş, sıva yapar gibi, ellerini vuraraktan şap şup ... işte siz cümleyi tamamlayın.
Velhasıl kelam, bu emekleme, sıralama, taytay durma (bebek lisanı bunlar anlamayanlar annelere sorun) etapları pek zorluymuş. Düştü, kafayı vurdu, eli sıkıştı derken farkettim ki, Sarp'ın uymadığı 14 saatin beher saniyesini işte böyle geçiriyoruz.
Tüm bu sorunsalların üzerine bir de diş çıkarıyorsa al sana 'creme de la creme'.
Bir de peşinden 'aç ağzını yavrucuğumm haydi bak bu son kaşıık' diyerekten veya ellerin vıcık vıcık yemek yağı ve köfte olmuş halde bebeğin ağzına bir şeyler tıkıştırırken buluyorsun kendini.
Miki mouse gelmiş Sarp'ı öpmeyeee.. hebele lübele' gibi insanlık dışı lisanımız da cabası.
Haliyle benim kitap okuma ve yazma hızım şu aralar yüzde 10'larda.
Yavruyu sabahın köründe anneannesine iteleyip koşa koşa eve veya bir kafe'ye konuşlanıp yazmaya çalışıyorum.
Hayatımın bu 'pek zavallı' dönemini niye yazdım?
İbret-i alem. Okuyun, okutun dostlar.
Sevgiyle kalın;
irem


Geçen hafta yazlıkta coştu bizimki, havuz kenarında emekleyen tipler..

Direksiyon başında coştuğu anlar..

Kokoş Kız Bade'den ilk öpücüğümüzü kaptık :)

Bir elimde açma, diğerinde simit, önümde puaça.. Hepsini yerim.

İsttinye Park'ta ki halimiz, dün çekildi bu resim, Hijyen olayını bir ara konuşuruz.. :)














Friday, May 9, 2014

Bebekli seyahatten kim korkar!

Bebekle dördüncü seyahatimizi de geride bıraktık. Onunla gezmeyi seviyoruz, (bir çok insanın düşündüğünün aksine) bizi özgürleştiren bir yanı var. Bir çok eşe dosta da ilham oluyoruz. Sıcacık dost ortamlarında, elimizi sıcacık kahve fincanları ile ısıtırken bir yandan şunları işitiyoruz 'Harikasınız, sizin sayenizde bebekli hayattan korkmuyoruz, güzel örnek oluyorsunuz bize, inşallah biz de böyle oluruz...'
Bunu duymak harika!
Hem model anne-baba oluyoruz, hem de geziyoruz.
***
Sarp iki- üç aylıkken başarıyla atlattığımız bir Dalaman ve bir Paris uçuşunun yanı sıra; altı aylıkken yaptığımız bir araba seyahatimiz vardı.
'Yeni bir maceraya atılma zamanı geldi de çoktan geçiyor' diyerekten bir seyahat planlamaya koyuluyoruz.
Daha önce gezdiğimiz bütün şehirlere Sarp'ı da götürmek istiyoruz, onsuz çıktığımız tüm seyahatlerde eksikmişiz sanki. Sevdiğimiz sokak ve caddelerde, restoranlarda onunla da gezmek istiyoruz. Anne- babalık böyle çılgın bir şeymiş. El kadar bebekle evde canın çıksın, sabahlara kadar ağlamalar, huysuzluklar, mama yemesin diye yaptığı tüm o edepsizliklere rağmen yine ve yine ve yine ve defalarca kez onunla gezmek istiyoruz.
Sonunda en sevdiğimiz şehirde karar kılıyoruz. Barcelona.
8.5 aylık bir bebe ile Barcelona.. Allah akıl fikir versin bize.
Yine yollar gözüküyor bize.. Yine bir bavul telaşı alıyor beni. Her şeyi de eksiksiz yapacağım ya..
Hava güzel mi, soğuk mu, denize girer miyiz, şort giyerse güneş kremi gerekir mi, ateşi çıkar mı, bezleri, ıslak mendilleri, kavanozlar dolusu mamaları, biberonları ve saymaya başlarsa burada içinizi şişirecek kadar çok ıvır zıvır ile yola koyuluyoruz.
Uçağımız sabah 8'de, alarm kurmamıza 'ŞİDDETLE' gerek var.
Defalarca kez denedik.. Murphy kanunları tıkır tıkır işliyor. '
'Alarm kurmamıza ne gerek var, Sarp 5'te uyanıyor nasıl olsa' dediğimiz her seferde de Sarp 8'e, 9'a kadar deliksiz uyudu. Biz de itina ile geç kaldık. Bu kez işimizi şansa bırakmıyoruz alarmı kuruyoruz. Sabah 5'te başlıyor maratonumuz. Hızla giyinip, bebeği kaptığımız gibi yola çıkıyoruz.
Havaalanı, lounge, duty free; ballar kaymaklar gibi geçiveriyor ki...
Tam uçağa binecekken bakıyoruz körük yok, otobüste fazla kalabalıktan başlıyor bizimki ağlamaya. Yanımızda ki teyzelerde hemen bir göz süzmeler, birbirilerine bakıp 'eyvaahh yandık' demeler.
Yapacak bir şey yok, el mahkum, rezil de olsak, vezir de olsak o uçak seyahati atlatılacak.
Biraz rötar, biraz kucakta bebek hoplatma, biraz emzik yardımı, kucakta pışpışlama derkeeenn uçağın burnunu kaldırmasıyla bizim ki de mışıl mışıl uykuya dalıyor.
Sonrası rahat... Pusetimizi hemen uçağın kapısına getiriyorlar. Paris dönüşü dev boy Stokke marka pusetimizi hokus pokus ile kaybetmeyi başarmışlardı. Stokke çoktan satıldı, artık pek rahat bir Bugaboo'muz var. Pusetimiz o kadar çok eşya taşıyabiliyor ki çoğu zaman Sarp'ı kucağa alıp, pusete poşet yığdığımız da doğrudur.
Puseti ve bavulları taksiye attığımız gibi yarım saate otelimizi buluyoruz.
Yılların seyahat deneyimleri üzerine bebekli seyahati kıyaslayınca rahatlıkla iddia edebilirim ki.. Bebekliysen kralsın! En güzel odalar emrine amade. Hep aynı otellerde kalıyoruz, oda numaralarını bile ezbere biliyoruz ama 'bu otelde bu kadar büyük ve güzel oda var mıydı yahu?' dedirten ferahlıkta odalar ilk kez emrimizde. İçine bir de bebe yatağı atıveriyorlar. Bebek için ayrıca mis çarşaflar, havlular ve özellikle halısız oda.
Sonrasında da ver elini La Rambla.. Barcelona sokakları.. Her yeri saran Paella kokusu.. Sürahilerce devirdiğimiz Sangrialar.. Tortillalar.. Meyve Pazarının taze sıkılmış meyve suları ve enfes meyve salataları... Gözümüzün önünde kızartılan mis gibi churroslar ... Bir elinde çikolata sosun, diğerinde dondurman.. cebinde istiflenmiş kurabiyeler.. gözün yemeklerde.. kafan dertsiz tasasız..
Askılı ifil ifil yazlık elbisenin eteklerini yerlere sürüye sürüye, öyle avare gezdiğin şehir..
Öyle bir dünya işte... Hep söylerim.. Yine söylüyorum.. 'Plaj tadında bir şehir' Barcelona.
Hele bir de yanımızda Sarpişko olunca tadından yenmedi..
5 gün çaldık hayattan.. Sarp'ta bize öyle güzel uyum sağladı ki, hiç ağlamadı, huysuzluk yapmadı. Mama saatlerinde şehrin keyifli yerlerinde molalar verdik, öğlen ve akşam uykusu öncesi mutlaka otele girip, dinlendirip rahatlatıp pusetinde uyuttuk ve o uyurken de doya doya gezdik.
Saat avantajımız vardı. Sarp, Barselona saati ile 19.00'da sızdı.. Üzerini örttüğümüz gibi sokak sokak gezdirdik, biz yemek yerken o da bize pijamaları ile eşlik etti, tabi gözler kapalı.
Uzun lafın kısası tasasız, sorunsuz geçiveridi günlerimiz. Tatilimizin son iki gününde İtalya ve Fransa sahillerini gezmekte olan anneannemiz ve ikinci anneannemiz Ayşe Teyzemiz de bize katıldı. Sarp'ın 'bunlar ne arıyor burada?' isimli şaşkın bakışları yerini şen şakrak kahkahalara bıraktı.
Dönüş yolumuz biraz yorucu, stresli ve sıkıntılı geçmiş olsa da unuttuk gitti.. Havaalanı büyük olunca  yorgunluk katlanıyor. Bir de üzerine 'bebeklı yolcu' için ek prosedürler gelince puseti indir, kaldır, mama kavanozlarını, biberonları tek tek makina kontrolünden geçir derken sıkıntı tavan yapıyor.
Dönüş uçağında da emzik, biberon ve kucak üçlüsü ile bu seyahati bir güzel kotardık.
Darısı diğer seyahatlerin başına diyorum.
Bizimki henüz ayaklanmadan bu seyahati yapmamız da bir avantajdı. Geleneksel düşüncenin aksine 'bebek ne kadar küçük, o kadar iyi' arkadaşlar..
Mutlu gezmeler;
Sevgiler, Selamlar..
irem

Port Olimpik'te güneşlenirken 
La Rambla' da





Uçağa binmeden önce THY selfie'si 

Bir annenin en mutlu anlarından biri.. Zafer.. 
















Monday, April 14, 2014

Bizim evin halleri -8. ayda son durum

Anne baba olmak farklı bir yaşam tarzını benimsemekmiş. Bambaşka bir dil konuşmak ve rüzgarı bambaşka yönlerden estirmekmiş.
Gece yarısı evde pijamaları çekmiş otururken birden fırlayıp 'haydi kalk bir şeyler atıştıralım' diyerek evden çıktığımız günler yok artık. Önce anneannemiz rezerve edilecek.
Bir restoranda otururken, cep telefonundan sinema seansına bakıp, beş dakika içinde elde patlamış mısır ile film izlerken kendimizi bulduğumuz günler de geride kaldı...
Süslenelim, giyinelim de bugün nerelerde gezelim başlıklı filmi önceden çok görmüştük...Cumartesi geceleri geç yattığımız, pazar sabahları geç kalktığımız günleri şimdi hayali bir perdenin ardından izlemekteyiz.
Ne zaman bir alışveriş merkezine girsek kendimizi direk bebek mağzalarında buluyoruz. Ya Sarp'a kıyafetler seçerken, ya da kavanoz mama çeşitlerini, yeni çıkan oyuncakları, ıslak mendil ve bez gibi ihtiyaç malzemelerini incelerken.
Evde, arabada, sokakta, duşta söylediğimiz şarkılar artık 'karşınızda miki fare, hopla ve zıpla lalala' isimli disney besteleri. Geçenlerde süpermarkette içecek reyonunun önünden geçerken 'dandini dandini' söylerken buldum kendimi. Utanmadım. Dile kolay, sekiz aydır ağzımda aynı melodi.
'Naynini naynini, hoppaalaa Sarpooş Hoppaalaa, tapşinn tapşiiinn' gibi melodiler de cabası. Birde büyük Türk icadı var ki tam başa bela. 'Tel sarar Sarp tel sarar'. Sarp niye tel sarsın artık Ipad çağındayız desekte yenik düştüğümüz o bebeğe tel sardırma sevdası kısaca şöyle açıklanabilir. Bebeğin karşısına oturulur, eller bir ampül takıyormuşçasına sağa sola döndürülür, bebek aynısını yapmaya başlar, ebeveynlerde 'ay yaptı yaptıııı' diye çığlık atarlar.
Evimizin baş köşesinde salıncaklar, yürüteçler.. Salonumuzun ta ortasında kocaman bir top havuzu.. Mutfağımızın ortasında bir mama sandalyesi ki her daim kenarından köşesinden mamalar akıyor. Üzeri desen oyuncak istifi.. Kap kacak, ziller, müzik çalan diş kaşıma oyuncakları, döndürdükçe komik sesler çıkaran vantuzlu oyuncaklar.. Birde evin her an her köşesinde yürürken üzerine bastığınızda vik vik diye ses çıkaran herhangi şeyler..
Banyomuz desen ortasında kocaman bir bebek küveti, içinde envai çeşit ördek. İçlerine su dolduğu için suya koyduğunda batıveren ucube ördekler.
Yatak odamız desen, halen odaları ayırmaya kıyamadığım için bebek odasının takımını bozup, kendi yatak odama taşıdığım heyyula gibi bir karyola. Baş ucumda emziği, bezleri, ıslak mendili, su bardağı. Ve en önemlisi sabah uyandığında oynaması için bik bik ses yapan oyuncaklar. Son zamanlarda favori oyuncağımız bir arkadaşımızın hediyesi bir org. Sabah 7.00 itibariyle yatağımıza teşrif eden bir org ve orgu vurarak çalması için gerekli batonlar.
Cumartesiymiş, pazarmış farketmez.. Her sabah saçları çekilerek veya kafasına bir çıngırak darbesi alarak uyandırılan ebeveynler olarak hala sabırla sabah 10'da uyanan bir bebek hayali kurmaktayız. Tamam 9'a da razıyız.
Sokağa çıkmadan önce birbirimize sorduğumuz sorular 'nereye gitsek? ne yesek acaba?' iken, artık sadece hararetle emirler yağdırıyoruz. 'Sen battaniye getir, sen emzik bul, ben de mama çantasını hazırlıyorum.' 'yedek kıyafet aldın mı?' 'Yanımıza hangi oyuncağını alsak?' Bu kadar net.
Eskiden cep telefonumuzu evde unutunca hayıflanıyorduk, şimdi mama kaşığı, biberon gibi şeyleri unutunca karalar bağlıyoruz.
Eskiden birbirimize yazdığımız 'aşkım, sevgilim' başlıklı kısa mesajlar şimdi kısaca 'Mickey Mouse'un dans edeni çıkmış, gördün mü?' formatına dönüştü.
Artık haftasonu oldu mu 'bugün hava süper, Sarp hava alsın' diyerekten aile mekanlarına yöneliyoruz. Yoldan geçenlerin 'ay ne tatlı bebeeekkk' yorumları; yaşlı teyzelerin 'Evladım, üzerini örtün bu çocuğun' öğütleri; eş dostun senin halini hatrını sormadan 'Sarp nasıl?' halleri yeni trendimiz.
Eskiden kırmızı alarm 'kahve bitti, şarjım bitti' iken; şimdi kırmızı alarm 'Hipp mama bitti, koş koş koş bir eczane bul'.
Mutfağımızın vazgeçilmezi Eti Cicibebe baş tacımız. Yanında istiflenmiş milupalar, yulaflar, kutu kutu penseler...
Eskiden bir restorana girdiğimizde etraftaki insanları inceler, ne giymişler şöyle bir bakar sonra menüden yemek seçerdik. Şimdi ise, önce mama sandalyesi iste, önüne bir ton oyuncak yığ, o oyalanırken ağzına mama tıkıştır, o oyuncakları yere atsın sen topla, garson abilerden bol miktarda peçete dilen, sağa dön sola dön, eğil kalk, alt değiştirme odası sor, o çığlık atsın sen etraftan utan, zar zor sustur, uyutmaya çalış, tam yemeğin önüne geldiğinde kucak isteyen bebeği alıp pış pış yap ve istisnasız her zaman (ama her zaman) yemeğin buz gibi olana kadar yiyeme. Yalan değil tam Sekiz aydır sıcak bir çay ve ya kahve içebilmişliğim bir elin parmakları kadardır.
Anne baba olunca yemekler her zaman soğur, çaylar her zaman dökülür, tazelenir..
Hayata dair hayaller ertelenir, spora, kuaföre, arkadaşlarına ayırdığın vakit yüzde 80 oranında azalır. Geceleri erkenden uyunur ki sabah 5'te seni uyandıran bebeğe enerjin kalabilsin.
Arabanın arka koltuğunu Römer isimli koca bir şahıs kaplar, el kadar bebe bu devasa koltuğun içine kurum kurum kurulurken, arkaya binen tek bir kişi ancak sığıştırır kendini. Bagajını ise Bugaboo isimli şahsiyet kaplamaktadır ki o da bebeğin gezme tozmalarda hayatını idame ettirmesini sağlayan pusetin ta kendisidir. Arabanın içindeki uzaktan kumandalı gölgelik şarkılar çalar, böylece senin power fm'i açıp saçlarını uçuşturduğun bekarlık günleri de yerini ninnilere bırakmıştır.
Tüm bunlara rağmen, tek başıma arabaya bindiğimde ister istemez arkaya dönüp baktığım, çocuk aynasından melul melul boş koltuğu dikizlediğim doğrudur.
Bir kez çocuklu hayatı tattın mı artık onlarsız olmuyor sanırım.
Uykusuzluktan Americanoları bardak bardak devirsen de...
Yorgunluktan kolunu kaldıramazken yine de çocuğunun palyaçoluğunu yapsan da..
Bu insan yavrusu ile 24 saatini geçirsen de...
Tüm bunları katlanılabilir kılan tek bir şey var;  o da annelik duygusu.
Koşulsuz, şartsız geliveriyormuş kendisi.
'Ben geliyorum' demeden, haber vermeden, kapıyı çalmadan sessizce içime, kalbime, beynime sokuluveriyormuş bu duygu.
Bizim bekarlık günleri de itina ile tavan arasına kaldırıldı, albüm aralarındaki resimlerde kaldı.
Velhasıl dostlar, anne baba olmak zor işmiş. Bunun daha ateşi çıkacak, hasta olacak, okula gidecek, okuma yazma öğrenecek, ıvırı zıvırı olacak.
Daha benim burada yazacağım binlerce şey çıkacak.. Biliyorum, hazırım...

Şimdilik sadece...  8. ayın kutlu olsun Sarpişko..





Wednesday, February 19, 2014

6 aylık olduk, yarı yaşımızı kutladık..

Sarp doğduğundan beri hevesle beklediğimiz anlar vardı. Önce 40 günlük olsun diye beklemiştik heyecanla. 40'ı çıktı. Sonra 3 aylık olmasını bekledik ki sindirim sistemi ancak gelişti, gaz ve hazımsızlık sıkıntılarımız bıçak gibi kesildi. Sonra 4 aylık olsun diye bekledik heyecanla, ki meyve püreleri ile tanıştırabilelim diye. O evreyi de itina ile atlattık. Vee sıra geldi bir diğer etaba.
6. Ay. 
Sarp 12 şubat günü tam 6 aylık oldu, yani yarı yaş.
Günün ehemmiyetinin bilincinde olarak gidip bir pasta aldık. Üzerine de 'Sarp 6 aylık' yazdırdık. 
Ve yarı yaşını kutlamak üzere toplandık. 
Sarp tabiki pek anlamadı olan bitenden.. Mamasını yemişi gözlerini ovuşturuyordu bir yandan.
Bumbo koltuğuna oturtup Sarp'ı, pastasını da koyduk önüne ve hepimiz yanına geçip, resimler çektirdik.
Gerçekten bir dönüm noktasıymış 6. ay. Bizimkinin dili sökülüverdi.
Anne, baba, dede cici, anane, mama, hadi gel, gel gel ve daha niceleri.. Arada sırada bir çığlık atmalar, kendi kendine yüzüstü dönmeler, bir de 4-5 saniye kadar desteksiz durabilme becerisi..
Oyuncağına uzanıp alma, diğer eline geçirebilme.
Ve bugüne damgasını vuran hareketimiz, mama sandalyesinin üzerinde duran suluğuna uzanıp, alıp ağzına götürüp içmesi.
Bizde yemek masamızda yemek yerken kafamızı bir çevirdikki bardak elinde bizimki lıkır lıkır içiyor. Elimi ağzıma götürüp çığlık atmamak için zor tuttum kendimi.
Bir yandan da eşime 'sen mi verdin eline suyunu?' diyordum.
İşte dünya için küçük ama bizim ailemiz için kocaamaaan bir adım.
Bizim minik dünyamızı aydınlatan bir 'anne' sesi, bir 'babaababa' ses denemesi, dedesini çağırması, sevdiği oyuncağı görünce çırpınması ve daha nice güzel adımlar..
Daha bizi bekleyen neler var önümüzde...
Emekleyecek, yürüyecek, konuşacak, kendi mama yiyecek, büyüyecek...
Minik insan büyüyecek, akıl fikir yürütecek, kendi özel hayatı olacak...
Biz ise seyredeceğiz ağzımız kulaklarımızda..
İşte bir dönüm noktasından daha kıvrıldık, yola devam ediyoruz.
Yarı yaşın kutlu, mutlu, sağlık dolu olsun Sarp! Nice aylara, yıllara...
İşte o geceden bir kare..
Sevgiyle kalın..
irem






Sunday, February 9, 2014

Mini bir haftasonu kaçamağı..

Sıkıldık, birazcık bunaldık evde. Hep aynı şeyleri yap, aynı rutin, her gün aynı saatte uyan, aynı saatte mama, aynı saatte oyna, aynı saatte uyku.. Biraz değişiklik istiyor insan haliyle.
Baktık ki babamızın iş seyahati var, takıldık peşine. Bir ben bir bebek bir de anneanne düştük yollara.
Eee gezgin bebek bizimkisi. 2 aylık ilk uçağına bindi, 3 aylık Avrupa gezdi, uçak deneyimi tamam. Peki ya araba deneyimi? Tam 1 gün önce yeni araba koltuğumuzu da almışız, gıcır ambalajından açtık 4 yıl boyunca arabamıza eşlik edecek Römer'imizi. Yol 5 saat, bir nefeste geçecek gibi duruyor tabi ki Sarp izin verirse. Akçay, Altınoluk, Küçükkuyu oralarda biraz Kaz Dağları havası alıp geleceğiz, tabi bir de yazdan 1-2 gün çalacağız. Hava müthiş, eğer meteoroloji doğru gösteriyorsa tam 17 derece, geçen haftaki İstanbul soğuğundan sonra müthiş gelecek bünyeye.
Kendi evimizde kalmıyoruz, hatta anneannemin boş evinde de kalmıyoruz. Direk otelde kalma kararı veriyoruz.
Bebekle birlikte seyahat ettiğimiz için düşünmek zorundayız bu faktörü, evleri ısıtmak zor, kalorifer yaksan 1 haftada ancak ısınacak, en iyisi evlerde konaklayacağımıza oraların en bilindik, en samimi otelini tercih ediyoruz. Ne de olsa alıştım otel odalarında kettle ile mama suyu hazırlayıp, biberon temizlemelere.
Yola koyulma saatimizi Sarp belirleyecek. Sabah kaçta uyanırsa o saatte yola revan olunacak. O sabah 6'ya kadar uyumayı tercih ediyor Sarp. Mamasını yedikten sonra ver elini Eskihisar feribotu. Yolun yarısını uyuyarak geçiren bebek yolun diğer yarısını uyanık ve mutlu geçiriyor.
Destinasyonumuza varır varmaz Sarp'ı atıveriyoruz sahil boyuna. Dümdüz bir deniz, sıcacık bir güneş, mis gibi bir hava. Deniz kenarında mamasını yiyor. Ah keşke her zaman soluyabilsek bu temiz havayı. Güneşi batırıp deniz kenarında mezeleri ile ünlü bir balıkçıda sonlandırıyoruz günü.
Ertesi gün sabah 10'da yine sahildeyiz. Bu kez Sarp'ın çoraplarını da çıkarıp güneşe tutuveriyoruz tombik bacaklarını. Doğal D vitamini, kış günü arasan bulunmaz nimet.
Şehir hayatında o kadar sıkışıp kalmışız ki.. Gerçeklik payı olup olmadığını bile bilmediğimiz organik meyve sebzelerden medet umuyoruz. Trafiğin göbeğinde puset sürüp, güneşimizi kapayan, rüzgarımızı kesen binaların arasında yaşıyoruz, haftasonları kapalı alışveriş merkezlerine koşuyoruz.
Böyle bir yere gelince anlıyor insan egzos dumanı içinde yaşanan hayatının ne kadar yorucu olduğunu.
Doğa kokusunu mis gibi içimize çekiyoruz. Güzel etler, balıklar yiyoruz.
Ve dönüş zamanı geldiğinde... -Ah keşke gelmeseydi..
Şehir hayatımızda evlermize kapanmak üzere geri dönüyoruz tıpış tıpış, zira hayatımız burada akıyor.
Her seyahatten yeni bir huy edinerek dönen Sarp, bu seyahtte avazı çıktığı kadar çığlık atmayı keşfediyor. Bursa-Yalova yolu arasında neredeyse 100 kilometre boyunca arabada çığlık çığlığa bağıran bir çocuk ile seyahat etmek zorunda kalsak ta seyahatimiz sorunsuz, tasasız bitiyor.
Bize de her zamanki gibi resimlere bakmak kalıyor..
Mutlu haftalar...
irem